İnsanın tanıdık olduğu duygulara dair film yapmak, insanların içlerindeki duyguları filmde bulması, film klasiklerini klasik yapan şeydir bir noktada. Ne kadar gerçek dünyaya, aşina olduğumuz duygulara benzerse bir film, o kadar sever ve benimseriz o filmi. Ancak bu, bir o kadar da zordur. İnsan bir duyguya ne kadar tanıdıksa, ne kadar aşinaysa, o kadar eleştirel gözle bakar bir yapıta. Çünkü her ne kadar tanıdıksa duygu, o kadar küçümsemeye yatkınsındır. Daha durusunu, daha güçlüsünü hissettiğini düşünürsün. Ancak bazı filmler, bazı kitaplar, bizim klasik dediklerimiz, bize bir sözle, bir anla ve bir duyguyla farkında olmadığımız, ancak yokladığımızda orada bulacağımız bir şeyi fark ettirir. Sonra o filmleri unutamazsınız.
Mistik bir başlangıcı, çılgın karakterleri ve yüklü çatışmalarına rağmen anneye ve anneliğe dair tüm filmlerde olan bir naifliğe sahip “Aramızda Kalsın”, orijinal adıyla “Divine Secrets of the Ya-ya Sisterhood”. Challie Khouri’nin yönettiği 2002 yapımı bu filmi ilk defa izleme şansını 2016’da bulan biri olarak, filmde günümüz yaşantısına dair eskiyen tek şeyin sabit telefonların cep telefonlarına evrildiğini görmek oldu. Filmin eskimeyen bir dokusu, başarılı ve güçlü bir oyuncu kadrosu, arkadaşlığa dair çok özel dipnotları var. Ancak bu filmi izleyen biri eğer ağlayacaksa, ki bu bana kalırsa kuvvetle muhtemel, bunun sebebi anneye ve anneliğe dair yaşattığı o gerçeklik ve çarpıcılık olacaktır. Bir kadın kim olursa olsun; bir arkadaş, kardeş, eş ya da yalnızca insan olarak, anne olduğunda hepsinin duygularının birbirine benzediğini görmek için adeta bir ayna. Hani tam yanağınızın ortasında, bir parçanız halinde taşıdığınız bir gamze vardır ve siz onu bildiniz bileli orada olduğu için ve asla göremediğiniz için farkına varamadığınız halde birden, sanki ona yeni sahip olmuşsunuz gibi hissettiren, gösteren bir ayna vardır ya… Bu film tam da onu andırıyor bana. Oraya bakmak aklıma gelmemiş de, ilk defa görmüş gibi olduğum bir güzelliği gösterdi. Ve onun güzel yanı, siz onu görmezken de, fark etmezken de orada olduğunu bilmeniz.
Filmin konusu genel olarak problemli bir aile içinde yeşeren, problemli bir anne kız ilişkisine değiniyor. Bir gazete röportajıyla patlak veren ve yıllardır dile getirilmemiş dargınlıklar ve soğuklukların sebepleri bir anda ters çevrilen bir kirli sepeti gibi ortaya saçılınca büyük bir savaşa dönen anne kız ilişkisinin, savaşın ardında gizlediği merhameti, tartışmanın ardında gizlediği iyi niyeti ve bu yaraya sebep olan uzun bir geçmişin hikayesini en baştan dinlerken, bir duygunun geçmişine dönüp içinde kendi duygunu bildiğin şeyleri tekrar duymak değil de, farkında olmadığın şeyleri anımsamak ne güzel duygu!
Herkesin çıkarımı farklı olacaktır tabi, ama benim yüzümdeki o bilmediğim gamze annemin bende gördüğü, ama benim asla fark edemediğim şeydi. Çünkü film bir anda insanın yüzüne şu gerçeği çarpıyor: Hiçbir art niyet ve en ufacık kıskançlık olmadan, kendinden bir gram bile ayrıştırmadan senin başarılarını, sevinçlerini tıpkı senmiş gibi paylaşabilecek tek insan, annen. Kendisi ister hayallerini gerçekleştirebilmiş, ister gerçekleştirememiş, isterse de hayal bile edememiş biri olsun fark etmezmiş. Sen hayal ettiğinde hayallerini, savaştığında amacını, sen başarınca da sevincini değiştirirmiş, gururunu değiştirirmiş annen. Film de bunu gördüğünüz sahne, akıldan asla kazınmayacak bir repliğin etkisi: “Onca yıl dizlerimin üzerine çöküp Tanrı’dan beni daha ünlü, daha önemli, daha iyi, daha güçlü, daha akıllı yapmasını, düşlerimi gerçekleştirmesini istemiştim. Ve sonunda bir yanıt aldım. Seni.”
Vücudundan koptuğun gün, ruhundan koptuğunu ayırt edemezmiş annen, hep senin bedeninde bir parça ruh bıraktığını sanırmış sanki. İşte bu yüzden aradaki çatışma her neden olursa olsun, bir insanın kendiyle kavgası andırdığını fark ettiriyor film, bir kez daha. Filmdeki anne-kız çatışmasının da saf, direkt ve dolambaçsız oluşunun dikkat çeken tarafı bu. Kişinin kendiyle kavgasını andırması. Çünkü tartışma alınıp kırılma duvarlarının, gurur sınırlarının içinde. Tıpkı hep yaşadığımız, ama çoğunlukla farkında olmadığımız gibi. Bir kadını anne yapan şey de buymuş. Evladının kendini dışarıya karşı koruduğu o duvarlardan, dikenli tellerden hiç etkilenmemesi, onun tam içinde olması. Nasıl bir insan olursa olsun, kendine gösterdiğinden fazla merhameti hep sana gösterişi. Bu yüzden her genç kız annesi gibi bir anne olacağını düşünür. Annenin o bütünlük sağlayan ve ayrışmayı engelleyen içgüdüsü, çocuklarına da bir akis gibi yansır ve bilinçlerini ona göre şekillendirir. Sen de farklı biri olamayacağını düşünürsün. Onun yansımasısın sanırsın. Bir parçan olduğunu anlayamazsın. Ancak böyle bir filmle, tanıdık bir duygunun varlığının bilincin altıyla değil de, kendisiyle idrakı sağlanınca, unutamazsın.
Benim için hep özel kalacak şeyleri taşıyan, isimlendiren ve somutlaştıran, ayrıca her gamzemi gördüğümde hatırlayacağım bir film olacak “Divine Secrets of the Ya-ya Sisterhood”. Umarım tüm bunlar, benim için olduğu gibi sizin için de izlemek için güçlü nedenlerdir. Çünkü bizi biz yapan şeyin bir yansıma değil de, içimizde taşıdığımız bir şey olduğunu gösteren çok fazla film yok. Ama en önemlisi, içimizde taşıdığımız o şey, iyi ki var dedirten bir filmi keşfedebilmiş olmak. İyi seyirler…