Her zaman dünya sineması bazı kitleleri âşık ederken, diğerlerini “anlamlandıramadıkları için,” “görüşlerine uymadığı için” ya da en basitinden “çok sıkıldıkları” için kızdıran filmler yapmıştır. Bu tarz filmler çok şey anlattığından mı, yoksa bu filmlerin âşıklarının aslında dayatmalara değil de milyonlarca açık ucu kendi zihinlerinin kıvraklığıyla doldurmaktan keyif aldığından mı bilinmez ama dünya sinemasında bir çok örneği vardır bu filmlerin. Ve hepsinin tek bir ortak özeliği vardır: Belirsiz, bitmemiş, yarım kalmış bir son. İnsanda devam edecek hissi uyandıran bir final. Başta da dediğim gibi, dünya sinemasında örnekleri saymakla bitmeyecek bir “tür” bu. İster dramla harmanlansın, ister korku, ister komedi, romantizm… Hepsi birbirine benzer bir şekilde. Ancak şu ana kadar hiçbir şekilde bu türe bu kadar ait bir Türk yapımı izlediğimi hatırlamıyorum. Biz Türkler mi net olduğumuzdan bilinmez, hep çok nettik filmlerimizde, dizilerimizde. Kötülerimiz kötü, iyilerimiz iyiydi. Öyle ki kötülerimizin kendilerine özgü “kötü kahkahaları” vardı, “kötülerimiz ağlamaz”dı ve biz bu sayede iyi ve kötüyü ayırt ederdik. Hatta kötülerimiz üzülmezdi ve eğer acı çektiklerine dair bir emare gösterseler bile bu çok acı çektiklerinden değil de şov yapmak ve ilgi çekmek için olurdu. O kadar nettik ki 90’lar yeşilçam kuşağında, bunu bile zar zor kırıyoruz. Ama ne olursa olsun kıramadığımız bir netlik vardı hala: Olay örgüsündeki netlik. Bu filmler ve dizilerin sonları baştan tahmin ediledebilse de bir şekilde kendini izletir, edilemese de son geldiğinde bunu anlardınız. Ve sonra bu filmi yaptılar: İstanbul Kırmızısı’nı.
Değeri tartışılmaz bir çok oyuncunun özlerinde çok gerçek olan farklı karakterlere yer vermesi, içlerinde hep bir sükunet ve oyuncunun yorumuna kalmış ifadeleriyle bu karakterlerin insana benzemelerinin en önemli nedeni şüphesiz ki akıllarından ne geçtiğini asla tahmin edememeniz. Çünkü bir çok Türk senarist ve sinemacının aksine, yazar düşündüğü şeyi bire bir izleyiciye geçirme, her bir küçük hamlenin bir sonraki adım için bir sebep olması temeline dayanmamış. Sadece her birini çok sevdiği birbirinden farklı dört karakteri anlatmış. Ancak anlatırken bir yanını hep gizlemiş ve asla açık bir kitap gibi olmalarına izin vermemiş.
Daha önce bir filmi izlerken aklıma başka filmleri pek getirmemiştim. Getirmeyi de sevmem zaten. Filmin özgünlüğünü çaldığını düşünür ve hemen aklıma gelişiyle birlikte tüm düşüncelerimden def etmeye çalışırım diğer bir filmi. Ve sonra film beni bambaşka bir yerinden yakalayarak unutturur normalde düşündüğüm “öteki” film. Ancak bu defa bunu başaramadım. Gizemi, yarı bulanıklığı ve aslında asla tam olarak cevaplanamayan neden sorularından doğdu içimdeki “Siyah Kuğu” (Black Swan) benzetmesi. Ve aslında bastırılmış bir eş cinselliğe değinip değinmediği konusunda bile tereddütte bırakışıyla beni, tümüyle kendimi bir “öteki” film benzeştirmesi içinde buldum. Belki de bu yüzden, benim önümde kalan tüm açık uçlar tek bir şeyi ifade etti: Orhan’ın, Deniz’e evrilişine…
Siyah Kuğu, nasıl bir kadının aynı anda hem siyah, hem de beyaz kuğuyu hapsedişine, onlara dönüşümüne dair bir filmse, İstanbul Kırmızısı da bana kalırsa Orhan Şahin’in, “kayıp” arkadaşı Deniz Soysal’ın evinde, hayatında, arkadaşlarında, ailesinde ve aşkında kendi benliğini yitirip Deniz Soysal’ın benliğine girişini anlatıyor. Kendi olmaya çalışıyor sanki karakter en başından beri. Ancak o her tutunduğunda içindeki İstanbul’dan kaçıp kurtulmuş Orhan’a, dışarıdaki İstanbul onu daha çok çekiyor kendine. Daha çok yutuyor. Bu defa İstanbul’da bıraktığı adam olmak yerine, İstanbul’un bıraktığı adam olmaya doğru çekiliyor Orhan. Öyle bir çekiliyor ki, yazdığı kitaba Deniz Soysal’ın ona söylediği ilk cümleyle başlarken, adamın annesine evlat, yıllardır sürdürdüğü aşkına kalp, ilk kitabını yaşayan bir karakter oluyor Orhan. Editörlüğünü yapmayı umduğu kitaptaki olayları yaşıyor. Bu evrim öyle derinleşiyor ki, dışarıdan bir göz en duygusal anında ruhunun Deniz’e benzerliğinden karıştırıveriyor Orhan’ı. “Deniz,” diye sesleniyor ona.
Tüm bu dönüşüm sürecinden, onca duygu karmaşası ve İstanbul’un aslında sadece kırmızısı değil tüm renklerinden sonra bu filmle ilgili söylenebilecek tek bir şey var. Eğer bir filmden kesin bir başlangıç, kesin bir süreç ya da kesin bir son bekliyorsanız, eğer bir filmin sizi tatmin etmesi için en azından sonunda temel soruların cevaplarını vermesi gerekiyorsa bu filmi izlememeniz gerek. Ancak eğer hiçbir kısıtlamaya maruz kalmadan doldurmak istediğiniz bazı açık uçlar varsa bu film şans vermeniz gereken bir film. Çünkü yerli sinemamızda her zaman böyle ürünler ortaya çıkmıyor. Fragmanı da film kadar gizemli ve kapalı. Ancak bir ruhu ve duyguyu tanımak isteyenlerin hemen göreceği renkler barındırıyor. Keyifli Seyirler…