Yaşamak neden bu kadar içler acısı? Neden sanki bir uçurum kenarında asılı kalmışız gibi tehditkâr? Her nefes alışımızda neden düşüp dizimizi kanatacakmışız gibi gelir? Hangi dala koşuyor ve tam anlamıyla ne arıyoruz bilemiyorum. Tanrının üzerimizdeki amacı muamma. Fiziksel kuramlarla hayatın tanımını yapabiliyor, Dünyanın Jüpiter’e olan uzaklığını, mevsimlerin neden her yıl aynı sırayı izlediğini açıklayabiliyoruz. Fakat hayatın amacına ve kendi varoluşumuza karşı sorduğumuz soruların sebepsiz sessizlikleri sadece korkularımızı tetiklemekle yetiniyor.
Dünya üzerinde yaşantılar her daim bir akış içerisindedir Sevgili Okur. Doğumdan ölüme ve ölümden tekrar varoluşa kadar devam eden bir akıştır insan hayatı. Bu, bugün yaşamımıza olan inancımızın, bir gün öleceğimiz gerçeğiyle eş değer olduğunu gösteriyor. Fakat ruhlarımızın kökeni, insan dediğimiz yapının zıt kavramları bünyesinde mesken etmiş bir yaratık olduğunu söylüyor. İyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini, hırsı ve tutkuyu aynı bedende yaşatmaya çalışıyoruz. Kusursuzu arama içgüdüsü ise bu zıt kavramların birbirlerine yansımalarından doğan bir çelişkiyle ortaya çıkıyor.
Bu çelişkinin bir nevi güç kontrolü arzusuyla kendini evrimleştirdiğine inanıyorum. Aramızda dolaşan mükemmeliyetçi ruhların, dünya düzenine karşı dayattığı güç yine bu evrimin somutlaşmış bir sonucudur. Buna bir nevi Monarch Zihin Kontrolü de denilebilir. Bu olgu insanın beynini ele geçirip istediği gibi yönlendirmesine olanak tanıyan bir teoremdir. ‘Monarch’ kelimesi insan beyninde kurulabilecek olan monarşiye bir atıftır. Bizler işte bu güce ulaşmak için çabalayan varlıklarız.
Yönetmenliğini Darren Aronofsky’nin yaptığı, 2010 yapım bir Amerikan psikolojik gerilim filmi; “Siyah Kuğu”, bahsettiğim zihin kontrolüne çarpıcı yaklaşımlarda bulunuyor. Filmde zarafetin, masumiyetin ve saflığın temsilcisi olarak nitelendirdiği Beyaz Kuğu ile kötülüğün, bilinmezliğin ve şehvetin temsilcisi olarak tanımladığı Siyah Kuğu’nun karşı karşıya gelişine tanık oluyoruz. Mükemmellik hırsıyla yanıp tutuşan bir balerin, canlandırdığı iki kuğuda aynı anda beden bulmaya çalışırken kendi özünden ne kadar uzaklaştığını gösteriyor bizlere. Çoğu kez kendini kaybedişine, kendini alt edişine tanık oluyoruz. Tam anlamıyla bir dönüşüm filmi diyebiliriz. İyiden kötüye, aydınlıktan karanlığa, beyazdan siyaha. Kahramanımız Nina aralarda fazlasıyla sıkışıp kalıyor, bu da durumunu çok daha ciddiye almamızı sağlıyor. En büyük etkenlerden biri, hocası Thomas’ın (Vincen Cassel) film boyunca Nina’yı (Natalie Portman) kendi sınırlarını zorlaması için baskı altında bırakması. Bu uzun soluklu arada kalma durumu Nina’nın tam anlamıyla dönüşüm geçirmesiyle sona eriyor ve Nina karanlığa, yani siyaha geçiyor. Her şey durmaksızın akıp gidiyor ve bizler yalnızca Nina’nın ruhsal savaşına hayal güçlerimizle şahitlik ediyoruz.
Filmin sonunda; İnsan eninde sonunda çabaladığı şeye dönüşür. O yüzden mükemmeliyetçi bir bakış açısı, hedef değildir aslında görülmez bir vakanın ta kendisidir demek mümkün. Yaratılışımız bizlere hayatı tek bir perdenin ardından izleme hakkı verir. Kendi bedenlerimizde veya başkalarının hayatlarında kurmaya çalıştığımız güç bizi olduğumuz kişilerden uzaklaştırır. Tıpkı siyah ve beyaz renklerinin anlamları kadar…
Görsel Kaynakları
http://img02.deviantart.net/f45c/i/2011/037/5/4/black_swan_wallpaper_by_shabaku-d38ycko.jpg
http://images5.fanpop.com/image/photos/27000000/The-Black-Swan-Dance-black-swan-27057626-500-209.gif
http://i.milliyet.com.tr/MilliyetSanatHaberIci/2017/05/18/fft251_mf23251660.Jpeg
http://www.fasdapsicanalise.com.br/content/uploads/2016/05/cisne-negro-441×292.jpg
https://s-media-cache-ak0.pinimg.com/originals/7a/fe/7c/7afe7c9261d3201afd0a4d8212dac003.jpg