Ürpertici Bir Yaşam ve Gerilim Kürü: “A Cure For Wellness”

İnsanlar belki de hakikaten böyle deliriyordur demişti Mahir Ünsal; “Bir şeyi kafaya takıp onunla zihninin içine küçük bir delik açıyor, sonra kurcalaya kurcalaya o deliği bütün bir aklı yutacak kadar büyütüyordur.’’ Söylesenize, aslı astarı olmayan lüks düşkünlüğümüzü, devasa plaza hayranlığımızı, gereksiz takıntılarımızı, realitedeki yansımamızı nasıl tanımlardık başka türlü? Kendine ait olamayan her insan gibi sıradanlığa ait oluşumuzu nasıl tanımlardık?

Yedi cihanda hangi dala koştuğumuzu ve ne aradığımızı anlatmak oldukça zor. Sistematik olarak fiziksel kuramlarla hayatın tanımını yapmak oldukça kolayken, cevaplarını alamadığımız sorular için hangi bahaneyi yutkunmamız gerekir bilmiyorum. Tek korkum, hastalıklı beyinlerimizin bir gün bütün bu olanları normal rutinle eşit bir teraziye koyması… Hırslarımızı, öfkelerimizi, rekabet ve güç savaşlarımızı, kazanma arzumuzu insani ve sıradan bir değer olarak saymaya başlamamız.

Şimdi sizleri her şeyin sıradan bir akışla başladığı New York’un dev finans şirketlerinin toplantılarından birine götürüyorum. Bizi asıl karakterimizle tanıştıracak olan hikâyenin başlangıç noktasına. Genç ve hırslı duruşuyla sivrilen bir karakter olan Lockhart’tan, çalıştığı şirket mali krize girdiğinde, şirketin uzun süredir İsviçre Alpleri’ndeki bir kaplıca merkezinde tedavi gören CEO’su Bay Pembroke’u getirmesi istenir. Geçmişte birçok korkutucu efsaneye ev sahipliği yapan bu merkezde günümüzde dünyanın farklı yerlerinden gelen yaşlı (oldukça yaşlı) birçok zengin kalmakta, gün boyu şifalı havuzlara girerek, dehlizlerdeki hamamlarda yıkanarak, tenis veya briç oynayarak kayıp gençliklerine kavuşmaya çalışmaktadırlar. Tabi ki bunların her biri otoriter Doktor Volmer’in nezareti altında gelişir. Lockhart bir yandan Pembroke’u ABD’ye dönmek için ikna etmeye çabalarken diğer yandan bu parlak lüksün ve sözüm ona tıbbın ardındaki büyük sırrı çözmeye çalışır.


Filmin açılış sekansında ve ilk sahnelerinde iş dünyası insanının, insanlığından çıkaracak şekilde sahip olduğu çıkar ilişkileri, yalanlarla birbirlerinin üzerine basarak, ezerek yükselebildiği bir iş hayatının yanlışlığından o kadar çok bahsediliyor ki, filmi tamamen sistem üzerine bir kapitalizm eleştirisi olarak algılıyorsunuz. Girişte değindiğim gibi güç savaşlarının, kazanma arzusunun ve rekabetin insani değerler sayıldığı, diğer türlüsünün bir hastalık olarak algılandığı bir hayat… Birkaç deyişten kapitalist şirketleri bir hastalık yuvası olarak gösterip Fight Club-vari bir alt metin üzerinden gidecek bir yapım sunacak diye bekliyoruz fakat film bu girişten sonra bambaşka bir yöne ilerliyor.

Lockhart’ın yolculuğu, hepimizin beklediği gibi metropolün tekinsizliğinden doğanın huzuruna ya da ölümden yaşama doğru gerçekleşmiyor. Tam aksine, gerilimin orta yerine gidiyor. Sanatoryumda bizi 200 yıllık karanlık hikâyeler, gizemli bir atmosfer, kuşku verici bir müdür (Jason Isaacs) ve tuhaf bir genç kız (Mia Goth) bekliyor. Senaryodaki bu değişimin bilinçli yapıldığını söylemek de mümkün çünkü Lochart, tedavi merkezine girdiğinde oradan hemen çıkacakmış izlenimini veriliyor fakat karakter hastanede sıkıştıkça seyirciyi gerilime biraz daha hazırlıyor.


Bunun yanı sıra oyunculuklara değinmem gerekirse, neredeyse kusursuzlar. Özellikle Jason Isaacs’in hastane müdürü Volmer’ı canlandırdığı performansı, son yıllarda izlediğim en iyi antagonist rol diyebilirim. Volmer gittikçe bizi Lockhart’ın hasta olduğuna, dolayısıyla seyircinin gördüğü tüm hikâyenin yanılsama olduğuna inandırıyor. Ara ara kendimizle şüpheye düşüyoruz fakat bu noktalarda korkunun dozu o denli artıyor ki düşünmemize çok da imkân tanımıyor.

Filmden, insan çabaladığı şeye dönüşür, çıkarımında bulunabiliriz. O yüzden mükemmeliyetçi bir bakış açısının aslında hedef değil, görülmez bir vakanın ta kendisi olduğunu söylemek de mümkündür. Hırslar ruhsal çöküntülerin en büyük kanıtı ve kaçtığımız kişi yine bizden başkası değil. Yani tedavi kişinin kendi benliğinin farkındalığıyla başlıyor ve kendi çıkış yolunu yine böyle buluyor.


Karayip Korsanları, The Ring (Halka), Maskeli Süvari filmlerinin yaratıcısı Gore Verbinski’den daha azını beklemek sanıyorum haksızlık olurdu. Yaratıcı zekâsını eşsiz hayal gücüyle birleştirerek seyircinin karnını doyurmakla kalmıyor, üzerine bir de pasta ikram ediyor. Damağınızdaki tadı bir de İsviçre Alpler’inin dayanılmaz güzelliyle, çağlayan yeşil şöhretiyle tamamlamak istiyorsanız da film size bu görsel şöleni doyasıya yaşatıyor. İyi seyirler…

Leave a Reply