- “Marley ve Ben”i okumuş muydun?
+ Evet, üzücü.
- Neden üzücü?
+ Neler olduğunu bilmiyor musun?
- Hayır zaten o yüzden okuyorum.
Filmde geçen bu diyalogdaki gibi çoğu zaman hikayelerin sonu merak edilir, onun heyecanıyla izlenir, okunur belki de dinlenir. Çünkü hikaye nasıl başlarsa başlasın bir sonu vardır ve sonun çarpıcı olması beklentisi vardır. Akılda kalan hep sonlardır. Hatta kötü ve etkisiz bir son ile karşılaşınca boşuna vakit harcamış gibi hissedilebilir bile.
En baştan söyleyebilirim ki “The Skeleton Twins” böyle bir film değil. Daha başlar başlamaz bu hikayenin başı da sonu da belli hissi kaplıyor insanı. Sadece yaşananları izlemek istiyorsunuz, sanki karşınızdaki gerçek, hareketleri tutarlı insanlarmış gibi. Hikayenin en derinlerine iniyor, karakterlerin mimiklerini yavaş yavaş tanıyorsunuz. Sahneler ardı ardına aksın, biz sadece seyredelim.
Başrolde birbirine çok da yakın olmayan iki kardeş var, ikizler. Çocukken hep yan yana olmalarına rağmen senelerdir hiç görüşmemişler. İkisi de aynı gün intihara teşebbüs etmeye kalkışınca uzun zaman sonra hayatları yeniden kesişiyor. İki insanın birbirinden habersiz ve aynı gün hayatlarına son vermeye kalkışmaları, bu bir film olmasına rağmen, ne kadar olağandışı bir tesadüf aslında. İç karartıcı ama belki de şiirsel denebilecek kadar dramatik bir tesadüf. Ama ikizler sonuçta neden olmasın, diyorsun. “İkiz kardeş” deyince sihirli bir şey oluyor zaten, insan sorgulamıyor.
The Skeleton Twins’i izlerken mavinin baskınlığını fark etmeden geçemiyorsunuz. İnsanın içini rahatlatan pastel renklerin içinde çatık kaşlar, hüzünlü insanlar ve engellenemeyen bir mutsuzluk var. Hüznün içinde ara ara parlayan saf mutluluk anları olsa da, filmin genelinde hiç kaybolmayan dramatik bir hava var. Kahkaha atmıyorsunuz ama sürekli gülümsüyorsunuz. İşte “bittersweet” kelimesinin karşılığı bu oluyor sanırım. Karakterler ne her tarafta bulabileceğiniz kadar sıradan ne de gerçek olduğuna inanılmayacak olağanüstü insanlar. Bolca hatalar yapmışlar, yapmaya da devam ediyorlar. Sorunlar karşısında müthiş aforizmaları, hayat felsefeleri yok. Hepimiz gibi gelişine yaşıyorlar, aslında yaşamaya çalışıyorlar.
Filmin ilgimi çeken güzel bir tarafı var. Kardeşler Milo ve Maggie’nin ikisi de intihara eğilimli ancak birbirlerinden çok farklı ve bağımsız iki yaşama sahipler. Milo, yalnız ve terk edilmiş, istediği meslekte başarılı olamamış, sorunlu bir ailede büyümüş. Bu yüzden mutsuzluğunu ve umutsuzluğunu sorgusuzca kabul ediyoruz. Halbuki Maggie görünüşte her şeye sahip olmayı başarmış. Güzel bir iş, baştan aşağı döşenmiş bir ev, onu çok seven bir eş derken en son çocuk yapmak isteyerek de toplumsal olarak kabul ettiğimiz tüm paketi tamamlamış. Ancak sorsanız hangisinin daha umutsuz bir hayatı olduğuna karar veremem.
The Skeleton Twins’te güçlü ve gerçekçi bir atmosferin oluşmasındaki en önemli etken oyunculuklar. Milo karakterini canlandıran Bill Hader başta olmak üzere Kristen Wiig, Ty Burrell ve Luke Wilson müthiş performanslar sergiliyorlar. Hepsinin bir oyuncudan önce komedyen olması da filmin dram içinde boğulmaması ve dozundaki acı-tatlı dengeyi bulabilmesini sağlamış. Sundance Film Festivali’nde de ödül alan senaryosu da filmi canlı tutan bir diğer büyük etken. Son olarak da film, kafanızda sürekli çalacak güzel şarkılarla dolu. Güzel olan her bağımsız filmde, 80’lerden kenarda köşede kalmış bir rock parçası mutlaka bulunur. Tabii burada da o parça eksik kalmamış:
Görsel Kaynaklar:
https://variety.com/2014/film/markets-festivals/sundance-film-review-the-skeleton-twins-1201064119/
http://www.redvdit.net/skeleton-twins/
https://movies.mxdwn.com/reviews/movie-review-the-skeleton-twins/
http://christylemire.com/rogerebert-com-skeleton-twins/