Merhaba GazeteBilkent okurları ! 

Bildiğiniz üzere, GazeteBilkent yazarı olmayanların “misafir yazar” olarak içeriklerini bizlerle paylaşması mümkün. 1 Eser 3 Üniversitesi yazı dizimiz de tam olarak bu konseptten yola çıkarak oluştu. Bu noktada, farklı üniversitelerde okuyan öğrencilerin ortak çalışmalarının ürünleri nasıl olur sorusu bizlere ilham verdi. Böylece kültür ve sanat konularıyla ilgili olan her okurumuz için onların da yazabilecekleri yeni bir içerik hazırlamaya karar verdik.

Süreçten bahsetmem gerekirse, öncelikle yeni yazı serimizde 3 farklı üniversitede okuyan öğrenciler tanışıyorlar. İlgi alanlarından, zevklerinden, sanata dair düşüncelerinden bahsediyorlar. Devamında, öğrenciler ortak beğenilerinden yola çıkarak birlikte yazacakları kültür sanat içeriğine karar veriyor. Sonrasında karar verdikleri içerik onlarda nasıl karşılık buluyorsa bireysel olarak yazıyorlar. Dilerlese, akademik bir üslup dilerlerse lirik bir dil. Hem biz GazeteBilkent ailesine hem de siz değerli okuyucularımıza yeni bakış açıları sunabilmeleri tek kriterimiz. Yani bizim için önemli olan, kendilerini ifade etmeleri. 

Yazı serimizin dördüncü grubunda Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Eylül Begüm Sağlam, Bilkent Üniversitesi’nden Cansu Özden, Galatarasay Üniversitesi’nden Mehmet Civan yer alıyor. Emile Zola ve Dreyfus Davası hakkında yazdılar. İlgileri için ve ortaya çıkardıkları bu başarılı yazı için onlara teşekkür ederim.

 

Eylül Begüm Sağlam, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi

Vicdanın Kararı: Émile Zola ve Dreyfus Davası

Émile Zola, çoğunlukla Fransa’daki maden işçilerinin çalışmak zorunda kaldıkları zor şartlarda gerçekleştirmeye uğraştıkları direniş mücadelesini anlattığı “Germinal” romanıyla bilinir, ancak onu hem edebiyat dünyasında hem de siyaset sahnesinin aydınları arasında devleştiren bir diğer yönü de Dreyfus davası hakkında dönemin Fransa Cumhurbaşkanına (Félix Faure) yazdığı “Suçluyorum” (J’accuse/I accuse) isimli açık mektubudur. Bu mektubun, gerek dönemin siyasal düzlemi gerekse bugünkü yansımaları göz önünde bulundurulduğunda göze çarpan üç temel vurgusu olduğunu görüyoruz:

Öncelikle, mektubun başından sonuna kadar Zola, devlet-toplum-hukuk üçlemesindeki olası kırılmanın sonuçlarının, Dreyfus davası örneğinde ortaya çıktığı üzere, gerek toplumun kendi içinde oluşturduğu, gerekse toplumun bizzat “devlet”e duyduğu güvenin zedelenmesine kadar gidebileceğini belki de en yalın halde gözler önüne seriyor. Bu vurgunun en temel yönü, çoğunlukla cumhurbaşkanının makamı ve bu makamın böyle şaibeli bir dava süreci sonucunda ne derece zarar göreceği üzerinden yürütülmesidir, zira bugün bile makam ya da mevki sahibi kişilerin toplumu baştan sona ilgilendiren trajediler ile ilgili dikkatini çekmek için son çare olarak çoğu aydının kullanmak zorunda kaldığı bir argümandır meşruiyet vurgusu. 

Bu mektubun bir diğer önemli özelliği, 20.yüzyılda insanlığın acı bir şekilde deneyimleyeceği etnik ve dinsel azınlıklar üzerinden sürdürülen ayrımcı politikaların ayak seslerini yıllar öncesinden duyurmasıdır. Zira, dava sürecinde muhtelif yönlerden vatana ihanet ile suçlanan yüzbaşı Alfred Dreyfus bir Yahudi’dir, ve Zola suçlamaların bir nedeni olarak da toplumun kimi güç sahiplerinde oluşan Yahudi karşıtlığını görmekte, hatta bu durumun salt bu çevrelerle sınırlı kalmayıp toplumun geri kalanına da aksettirildiğini ifade etmektedir. Bugün dahi tarihin sayfalarında geri gittiğimizde böyle toplum manipülasyonlarının toplu katliamların hazırlanmasında, oluşturulmasında ve eyleme geçirilmesinde ne denli etkili olduğu düşünüldüğünde, mektubun vurgusu daha dikkate değer hale gelmektedir.

Mektup, dava sürecinin işleyişine doğrudan müdahil olan, amiyane tabirle bazı söz sahibi kimselerin, örneğin Teğmen Albay Charles Armand Auguste Ferdinand Mercier du Paty de Clam’in, davanın seyrini değiştirdiğini ve hakikati saptırdığını vurgulamakta, belki de neler döndüğünü içten içe sezen, ancak haykırışlarının yankılanmayacağını bilen halkın yegane sesi olmaktadır. Dönemin koşulları ve dava sürecinin birçok faktör tarafından ne denli manipüle edildiği düşünüldüğünde Zola’nın hem bastırılamayan cesareti, hem de toplum avukatlığı rolünü üstlenmesi gerçekten takdire şayandır. Zira bugün dahi, çoğu zaman ayan beyan ortada olan kanıtların varlığına rağmen toplumun sesine kulak tıkayan kimselerin muhtelif örnekleriyle karşılaşıyoruz.

Bu mektuba dair incelenmesi mümkün nice nokta, vurgu yahut tahlil bir yana, mektubun belki de en dikkate değer yanı, Zola’nın kişiliği çerçevesinde vuku bulan, başına gelmesi muhtemel birçok felakete karşın ona bu mektubu yazdıran ve tüm detayları korkusuzca anlattıran vicdanıdır. Dreyfus davasının masumiyetin lehine sonuçlanmasında Zola’nın rolü yadsınamayacak bir etkendir, daha da önemlisi bundan yıllar önce Zola örneğinde karşılaştığımız vicdan, her şeye rağmen halen birçok insanın içinde yaşamaktadır. Bugün kadın cinayetlerine, çocuk istismarlarına yahut hayvanların öldürülmesine ses çıkaran birileri varsa, bu, vicdanını kararsızlığın kabusundan çıkarıp daha çok bağırmaya, haykırmaya ve adım adım adalet aramaya gönül verenler sayesindedir. Selam size, birileri acı çekerken yastığa başını rahat koyamayan, boğazından lokma geçmeyen ya da susmayı hazmedemeyenler! Sesiniz daim olsun!

Cansu Özden, Bilkent Üniversitesi, Hukuk

“Hakikat yürümektedir, onu kimse durdurmaz.” 

(La vérité est en marche, et rien ne l’arretera)-EMILE ZOLA

19. yüzyılın sonunda vuku bulan bir yargılama yanılgısının kıvılcımı, bir kor gibi büyüyüp insan haklarının ve demokrasinin temel ilkelerini günümüzde dahi sorgulanır kılmıştır. Her şeyden önce Dreyfus davasının özünden salt hukuki değil; siyasi, sosyolojik ve ideolojik anlamda da alınacak büyük dersler olduğunu düşünüyorum. Kanımca bu alelade dava, günümüzde hala çoğumuzun içselleştirmediği bir duruş yaratması bakımından oldukça çarpıcıdır. 

Dava esas itibariyle bulanjist ve milliyetçi bir anlayış ile Yahudi düşmanlığının körüklediği bir casusluk meselesi olup davanın şamaroğlanı Dreyfus’a yönelik isnatların iftira boyutuna ulaşmış olduğu yargılamanın sonunda açığa çıkacaktır. Gerçekten, hukuk tarihinde öfkeyle kalkanların yargılama yanılgılarıyla oturdukları çok sık yaşanmış bir olgudur. Mevkilerini muhafaza etmek adına; devletin yüksek menfaatleri, Fransız ordusunun şerefi ve haysiyeti gibi kılıflarla hukukun üstünlüğü ilkesinin çiğnenebileceği fikrine sıkı sıkıya sarılan devlet adamlarının ve yargıçların, yürüttükleri usulsüz yargılamayı ve suçsuz olduğu bilinen Yüzbaşı Dreyfus’un çarptırıldığı cezayı haklı göstermek adına ya devlet başa ya kuzgun leşe anlayışı içinde hareket ettiklerini görüyoruz.

Rennes Askeri Mahkemesi’nin “gerçek suçlu” yerine “bir suçlu” araması; iç ve dış politikada sayısız bunalımlara, ancak daha da önemlisi basının ve kamuoyunun kutuplaşmasına yol açtığından mesele bir türlü gündemden düşmemiştir. Bu noktada, dönemin güçlü yazarlarından Emile Zola’nın sahneye çıkışı önemli bir dönemeçtir zira yargılamanın sona ermesi ve kararın kesinleşmesiyle bitmiş gözüken davaya ilişkin Zola’nın kaleme aldığı mektup; vicdanı rahatsız olan kamuoyunun ideolojik savunması ve adeta bir adalet çığlığıdır. Kendi deyişiyle “Fransa’nın şerefini kurtaracak” olan mektubu 13 Ocak 1898’da L’Aurore gazetesinde yayınlanır: “Şuçluyorum…! Cumhurbaşkanı Félix Faure’a mektup” (J’accuse…! Lettre au Présidant de la  République Félix Faure) “Esas sizi suçluyorum!” diyerek doğrudan cumhurbaşkanına seslenme cesareti gösteren Zola, aslında gerçeğin nasıl yürümekte olduğunu kamuoyuna haykırmaktadır. Büyük Fransız devriminin üzerinden 100 yıl geçtikten sonra, Anatole France, Jean Jaurés, Marcel Proust ve daha nicelerinin vicdanında, gerçekliğe dayanmayan çıkarımlarla yürütülen kovuşturmanın sebep olduğu huzursuzluğu, Zola’nın seslendirdiğini söylemek yanlış olmaz.

Demek ki Zola mektubunda adalet ve hakikat düşmanlarını itham ediyor. Öyle ki Zola’nın hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyan ithamlarının görmezden gelinmesine imkan olmadığından Cumhurbaşkanının affıyla kestirme yoldan Dreyfus’un mahkumiyeti sona erse de “Yaşasın Dreyfus” sloganlarıyla onu karşılayan halka Dreyfus’un verdiği cevap oldukça çarpıcıdır: “Hayır, yaşasın hakikat!” 

Hukuk tarihinde bir yüz karası olarak kendine yer edinen Dreyfus davası kuşkusuz ne ilk ne de son yargılama yanılgısıdır. Elbette bugun hala çevremizde Dreyfuslar, Sokratesler, Zolalar var. Yine de sormadan edemiyorum; bizler hakikatin yürümesinden niçin korkuyoruz? Başta hukuk fakültesi öğrencisi arkadaşlarım olmak üzere Dreyfus’un aklanma sürecinden ve Zola’nın duruşundan hepimizin alacağı dersler olduğunu düşünüyorum. Muhakkak okuyun!

Kaynakça:

Selçuk Sami, Dreyfus Davası: Dünyaca Unutulamayan Yargılama Yanılgısı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2014, s.17, 61.

Flew Antony, A Dictionary of Philosphy, Pan Books, London, 1979, s.355.

 

Mehmet Civan, Galatasaray Üniversitesi, Hukuk

J’accuse’ü günümüzde meşhur kılan nedenlerin başında sorunların, konuların ve olayların bugünle gösterdiği benzerlikler geliyor. Bu benzerlikler içinde ise biri özellikle dikkatimi çekti.

Mektubun Aurore gazetesinde yayınlanması sonrasında kalabalıklar, Zola’nın gerçekleri anlatmaktan başka bir şey yapmamasına rağmen (Aslında olayın gerçekleri de bu kadar açıktır.) gözleri dönmüş bir şekilde gazeteyi toplatıp meydanlarda yakmışlardı. Böylece de Dreyfusçular ve Drefus karşıtları olarak ülkeyi ikiye bölecek bir fitil ateşlenmişti. İşte bu noktada günümüzde yaşadığımız kutuplaşmaların sebep olduğu “ikna olmama, fikrinde sabit kalma” sorunlarının 1898 de dahi şimdikinden çok farklı olmadığı açıkça görülüyor.

Fikrinde sabit kalma sorununu genelde eğitimsizlik ve muhafazakarlık gibi diğer kavramlarla aynı kefeye koysak da en açık görüşlü olduğunu düşünenimizin dahi birçok değişmez doğruları vardır. Dreyfus olayının “dünyanın o dönemdeki en medenisi” olarak görülen bir toplumun içinden çıkması da bunu bir ölçüde kanıtlıyor.

Einstein der ki “Zihniyetleri değiştirmek, atomu parçalamaktan zordur.” Gerçekten de J’accuse ve yayınlanması sonrasında gerçekleşenler insanı atomu parçalamaktan daha üst mertebedeki bu iksiri aramakta daha da meraklandırıyor.

Hayattaki birçok sorunumuzun, hem toplumların birbiriyle hem de bireyler arasında, kaynağı insanların fikirlerini değiştirememesidir. Bunun da empati kurma, argümantatif tartışmalar yapma gibi birçok yöntemi var. Ancak bu yöntemlerin hepsi karşılıklı fedakarlıkları gerektirdiği için çok az örnekte başarılı olmakta.

Sonuçta fikirlerinde sabit kalmayı, neredeyse elimizde olmayan sebeplerle, tek başına insan olduğumuzdan kaynaklı olarak sahip olduğumuz bir kusur olarak görebiliriz. Bunu yenmek içinse bu zamana kadar hep kötü amaçlar için kullanıldığı bilinen ve hatta son yarım asırda hepimizin diline pelesenk olan “algı yönetimi”nin başarılı olabileceğini düşünüyorum. Mademki kötü amaçlar için zaten kullanılıyor, bu kez de bunu iyi bir amaç için deneyelim.

Peki algı yönetimi nedir, yöntemleri ve başarılı olduğu başlıca örnekleri nelerdir? Henry Kissinger’ın “Bir şeyin gerçek olması pek o kadar önemli değildir; fakat gerçek olarak algılanması çok önemlidir.” cümlesi bunun ne olduğunu bize bir nebze açıklar. Algı yönetimiyle bir gerçek farklı bir şekilde algılatılabilirken, hiç varolmamış bir şey de gerçek olarak algılarda var edilebilir.

Algı yönetiminin birçok yöntemi var ancak başlıca bilinenlerinden bahsetmek istiyorum:

(1) Başka gerçeklerin üzerine bina edilmesi. Yani 10 dilimlik pastadan oluşan bir gerçeğin 9.5’ini doğru bir şekilde verdikten sonra 0.5’lik dilime hiç olmayan bir bilgi ekleyelim. Bu yöntemle hem karşı tarafımızın bizim söylediklerimizin doğru olduğuna olan güveni çok yükseliyor ve bizim her söylediğimizi doğru olarak kabul edebileceğine inanıyor hem de o 0.5’lik kısma ilk başta inanmayacak dahi olsa tüm bu doğrular arasında kendinin yanıldığını düşünüp bu küçük noktayı değiştirmekten çekinmiyor.

(2) İletim kanalının doğru seçimi. Bu da resmi makamlar, düşünce önderleri, din adamları, topluma mâl olmuş sporcular gibi sırf şahsından dolayı sevgiye mazhar olmuş, düşüncelerinin genel olarak doğru olduğu varsayımıyla yaklaşılabilecek kişiler tarafından iletimin sağlanmasıyla oluyor. Aslında başta söylediğimiz yöntemdeki güven unsuru burada da bulunuyor, ancak özel olarak doğruya yaslanılmasına gerek kalmadan konuşan bireyin ya da kurumun kişiliğine olan saygı yeterli kalıyor.

(3) Gerçeği parçalara ayırmak. Yani bir gerçeğin yalnızca belli noktalarını kullanarak diğer parçalarıyla ilgili yanılgı oluşturmak. Bütün bir konuşmanın, kitabın veya hareketin içindeki bir cümleyi ya da bir hareketi servis edip, o kısmını tekrar tekrar göstererek gerçeğin diğer yüzünü görünmez kılmak. Odağı bütünüyle o parçaya kanalize etmek.

(4) Herkesin buna inandığını kabul ettirmek. Hepimiz biliyoruz ki insanoğlu sosyal bir varlık ve ne fiziksel ne de düşünsel olarak yalnız kalmak onun için kabul edilebilir. Diğer insanların yaptığını yapıp çoğunluk içinde erimek insana daha konforlu gelir, farklı düşünmekse zahmet ister.

İşte bu algı yöntemi yönteminde algılayana, tüm dünyanın bunu böyle kabul ettiği, aksini düşünmenin inanılmaz bir aşağılık göstergesi olduğu, böyle düşünmeye cüret edenlerin toplumun içinde var olamayacağı gibi mesajlar verilir. Bu meşakkatli yola girmek istemeyen insan da kendisini zorlamadan verilen mesajı kabul ederek toplumun bir parçası olmanın huzurunu yaşar.

Bu söylediklerim çok korkutucu gelebilir ancak doğru olduğuna inandığımız çoğulculuk gibi düşüncelerin aktarılması için (ilk kez güzel bir amaç için) elimizdeki gerçekleri büyütelim, kötü örnekleri gizleyelim, güzellikleri tekrarlayalım ve bunu doğru kişiler ve kanallar elinden yapalım. En az Dreyfus’tan beri maruz kaldığımız şeyi ilk kez doğru bir amaç için kullanalım. Hem başta belirttiğim gibi, bu zaten kötü amaçlar için yeteri kadar kullanıldı, kullanılıyor, kullanılacak.

 

Leave a Reply