“Bulundu yitik!
Ne? -Sonsuzluk.
Denize eklenmiş güneştir.”[1]
Benim sonsuzluğum Rimbaud’nun bana eklenmesiyle başladı. Karşıma çıktığında on yedi yaşındaydım. Onun Sarhoş Gemi’yi yazdığı yaşta.
Bazen hayallerimiz o kadar gerçek gibidir ki gerçek ile hayal arasındaki çizgi ortadan kayboluverir. İşte Rimbaud’yla tanıştığımda başıma gelen tam olarak buydu. Kendi düşüncelerim yeterince katlanılmazken bir de onun alaycı tavırları, münasebetsiz fikirleri eklenmişti zihnime. Onu ilk gördüğümde gözlerimi küçümser bakışlarından alamamıştım. Hȃlȃ onun fotoğrafına baktığımda içim ürperir. Kendimi bu pervasız dehanın karşısında küçücük hissederim.
O ünlü soruyu bilirsiniz: “Bir ormanda bir ağaç devrilse, ama ağacın devrildiğini duyacak kimse olmasa orada ses olur mu?” Kimse duymuyorsa ses var mıdır? Sesin var olması için algılanması mı gerekir? “Eğer bir ceset olsaydın seni bundan daha fazla öldüremeyecekler nasıl olsa. Sabahleyin bakışlarım öyle ölgündü ki karşılaştığım insanlar belki de beni hiç fark etmediler.”[2] der Rimbaud Cehennemde Bir Mevsim’de. Bu cümlelerin üzerine günlerce düşündüm. Görünmez hissettiğim zamanlar çok olmuştu ancak bunu okuduktan sonra bu durum ağırıma gitmeye başladı. Sokaktan geçerken insanlara çarptım beni fark etmeleri için. Eğer kimse beni fark etmiyorsa var olmanın ne manası vardı? “…ve ben sonunda bir iskelet olmak için doğmadım.”[3] Var olmak için nefes almak yeterli değildi. Benim var olmam gerekti ve bunu yaparken izlediğim yol insanlara çarpmak olamazdı.
Bazen kalabalığın ve kargaşanın içinde kaybolduğumu hissediyordum. Rimbaud’nun da böyle hissettiğinden emindim. “Kendimi öfkeli bir kalabalık önünde, idam mangasının karşısında görüyordum, onların bir türlü anlayamadıkları mutsuzluğuma ağlayarak ve onları affederek…”[4] Onun beni anlayabileceğini biliyordum. Onun da benim için aynı şeyi düşüneceğine inanmak istiyordum. Yanında ben olsaydım, o kalabalığın içinde en azından birinin onu anladığını hisseder miydi?
Cümleleri başımı döndürüyordu. “Ah şatom, saksonyam, söğüt ağaçlarım! Akşamlar, sabahlar, geceler, gündüzler… Ne kadar da yorgunum.”[5] Ne zaman okumaya başlasam kendimi sonsuz bir bahçede, esen rüzgârın tam ortasında buluyordum. Arkadan bir saat kulesinin sesini duyuyordum hep. “Kayaların üzerindeki gölgeler, çan kulesi saat on ikiyi vurduğunda ay ışığı…” [6]Çok basit. Çok sade. Bende nasıl böyle bir etki bıraktığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. “Ey sarhoşluğun küçük, kutsal ayıklığı!” der Aydınlanışlar ’da. Onu okurken sarhoş gibiydim ama aynı zamanda uykudan uyanır gibi kendimden uyanıyordum, kendim tarafından sorgulanıyordum.
‘Ben de yazabilirim aynısını.’ Gerçekten yazabilir miydim? Cevap vermekten çok korkuyordum. Yazdığım her şeyi bilinçsiz olarak onunla karşılaştırıyordum, o nasıl yazdıysa öyle yazıyor, o neyden bahsettiyse aynı şeylere odaklanıyordum. Yakınından bile geçemediğimin farkındaydım. Peçete kâğıdına, çikolata ambalajına karaladığım ufak tefek şeyleri bir araya getirerek Rimbaud olamazdım. Ama bazen yazılarımı sesli okuyordum ve onun da beni dinlediğini hayal ediyordum. Her seferinde soğuk terler döküyordum. Okumayı bitirip başımı kaldırdığımda tüm alaycılığıyla benimle dalga geçen bir çift göz buluyordum karşımda. Arkasına yaslanıp benim kıvranmamı seyrediyordu. Bir sorunum vardı ve bunun ne olduğunu bir türlü bulamıyordum. “Ben aklımın tutsağı değilim.”[7] İşte benim sorunum buydu. Düşünerek yazıyordum, hissederek değil.
Yazdım, yırttım ve tekrar. Kısır bir döngünün içindeydim ve bundan çıkamama sebebimin onu anladığımı sanmam olduğunu düşündüm. Şimdi Aydınlanışlar ve Cehennemde Bir Mevsim yine önümdeydi. Altı defalarca çizilmiş satırlar ve sayfa kenarlarında okunamayan minicik notlarla… Bütün çabalarıma rağmen sorunumu hȃlȃ çözememiştim. Kendimi yine en başa dönmüş buldum. “Bir ormanda bir ağaç devrilse, ama ağacın devrildiğini duyacak kimse olmasa orada ses olur mu?” Rimbaud için Yves Bonnefoy’un Rimbaud kitabının arkasında Le Magazine Littéraire şu ifadeyi kullanmıştı: “Tavizsizce özgür.” Var olmak için özgür olmam gerekiyordu. Kendimi Rimbaud olmaya o kadar kaptırmıştım ki, kendim olmayı unutmuştum. Var olmayı bu kadar isterken, korkaklığımdan onun gölgesine sığınmıştım. Ama sonunda uyandım.
Arthur Rimbaud’nun çok genç yaşta ölmesinden hayıflanan biriyle tanışmıştım. Ben ona katılmıyorum. “İpler gerdim kuleden kuleye. Çiçeklerle bezenmiş taçlar, pencereden pencereye; altın zincirler, yıldızdan yıldıza ve dans ediyorum.”[8] Tavizsizce özgür… Sana yaşlılık yakışmazdı Arthur. Şimdi özgürüm ve var olmaya çalışıyorum, onun gibi. Tüm yıldızların arasına altından zincirler gerdim ve dans ediyorum.
[1] https://www.poetryfoundation.org/poets/arthur-rimbaud
[2] https://www.poetryintranslation.com/PITBR/French/Rimbaud3.php
[3] http://www.mag4.net/Rimbaud/poesies/Virgin.html
[4] http://www.mag4.net/Rimbaud/poesies/Virgin.html
[5] https://www.poemhunter.com/poem/o-seasons-o-chateaux/
[6] https://www.poemhunter.com/poem/o-seasons-o-chateaux/
[7] https://thecrowblack.wordpress.com/2016/04/18/cehennemde-bir-mevsim-illuminations-arthur-rimbaud/
[8] https://www.goodreads.com/quotes/501537-i-have-stretched-ropes-from-bell-tower-to-bell-tower-garlands-from
Anonim
People are strange when you are a stranger