Bu yazımda sizlere, 20. yüzyılın en çok tartışılan ve tanınan felsefecilerinden olan, Yahudi olmasına rağmen Yahudi karşıtı olmakla, ve Nihai Çözüm’ün mimarlarından sayılan Adolf Eichmann’ı savunmakla suçlanan Hannah Arendt’ten, ve en tartışmalı yazılarından olan Kötülüğün Sıradanlığı kitabından bahsedeceğim.
Arendt, 1906’da Doğu Prusya’nın Königsberg şehrinde, ilk defa 14 yaşındayken okuduğu ve hayranı olduğu Kant’ın memleketinde doğdu. Kant’ın düşüncelerinden ne kadar etkilendiğini anlamak için Kötülüğün Sıradanlığı kitabının ilk sayfalarına bakmak yeterli olacaktır.
Arendt, 1924’te Marburg Üniversitesi’nde felsefe okumaya başladı ve oradaki hocası, ve dönemin en büyük felsefecilerinden sayılan Martin Heidegger ile bir ilişki yaşadı. Bu durum daha sonradan çok farklı eleştirilerin hedefi olacak, yazının ilerleyen kısımlarında tekrar bahsedeceğim. Arendt daha sonra Heidelberg’de, Karl Jaspers’ın öğrencisi olarak 22 yaşında tez çalışmasını yayımladı.
1933 yılında Yahudi olduğu gerekçesiyle Alman üniversitelerinde hocalık yapması engellendi ve Zionist bir gruba üye olduğu için -İsrailde bir Yahudi devleti kurmak / onu geliştirmek isteyen bir grup- 1933’te tutuklandı. Serbest bırakıldığında ise Fransa’ya kaçtı, ve “vatansız bir kadın” haline geldi. Arendt’in çok ünlü bir diğer kitabı da totaliter rejimlerin kökenlerini araştırdığı kitabı “Totalitarizmin Kökenleri”dir. 18 yıl süren “vatansızlık” halinin, bu kitabın yazılmasında oldukça büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Arendt, 1940’ta Yahudi olmamasına rağmen siyasi düşünceleri nedeniyle Nazilerden kaçan felsefe profesörü Heinrich Blücher ile evlendi. Ancak 1941’de Alman ordusunun Fransa’yı işgal etmeye ve Yahudileri toplama kamplarına göndermeye başlamasıyla, Arendt de bir toplama kampına gönderildi. Oradan bir şekilde kaçarak Blücher ile buluştu ve New York’a gittiler. Arendt, 1950’de Amerikan vatandaşı oldu, 1959’da da Princeton Üniversitesi’ndeki ilk tam kadrolu kadın profesör haline geldi ve hayatının sonuna kadar da Amerika’da yaşadı. Orada çok geniş bir kesim tarafından tanınan ve saygı duyulan biri haline geldi, daha önce bahsettiğim “Totalitarizmin Kökenleri” kitabının da bunda oldukça büyük bir etkisi var.
Şu ana kadar baktığımızda, Arendt’in baskın olan karakterinin Alman-Yahudi karakteri olduğunu görüyoruz. Gerçekten hayatı boyunca Nazilerden kaçmış, Yahudilere yardım etmiş ve Alman felsefesine göre yetişmiş… Durum böyle olunca, Arendt İsrail’de mahkemeye çıkan Eichmann hakkında New Yorker için bir yazı yazmaya gönüllü olduğu zaman herkes onun Yahudi kimliğiyle bu raporu yazacağını, bir Yahudinin gözünden bu davayı inceleyeceğini düşündü. Akıllarında Arendt gibi bir Yahudi bir yazarın bu dava hakkında neler yazabileceğine dair belli bir fikir, bir beklenti vardı ancak Arendt, bu beklentileri tam olarak karşılamadı. Hatta insanların- özellikle Yahudi toplumunun- hiç de hoşuna gitmeyecek şeyler yazdı.
Konumuz Arendt olduğu için Eichmann’ın hayatına fazla girmeyeceğim ancak bilmeyenler için kısaca Eichmann, Yahudilerin yakalanması ve toplama kamplarına götürülmesi planlarını yapan, bu planların işleyişini sağlayan, “Nihai Çözüm”ün mimarlarından sayılan bir Nazi memuruydu. Yahudi bir gazeteci, Arendt gibi Eichmann’ın mahkemesini izlemeye gittiğinde yazdığı raporda, Eichmann camla kaplı oturacağı yere girdiğinde, salonda yaklaşık bir beş dakika kimsenin konuşmadığını, herkesin bu caniyi incelediğini, notlar aldığını ve Eichmann’ın o sandalyede, camın arkasında kim olduğundan ve ne yaptığından habersizmiş gibi oturduğundan bahseder.
Kötülüğün Sıradanlığı kitabında da Hannah Arendt, “Nihai Çözüm”ün mimarı sayılan Eichmann’ı sapkın korkunç bir canavar olarak değil de oldukça sıradan, üstlerinin verdiği emirleri yerine getirmek için uğraşan, hırslı bir memur olarak görmüştü. Yaptığı kötü şeyleri düşünmeden (bu kavram önemli), aksiyonlarının sonuçlarını anlayamadan hareket ettiğini düşünüyordu Arendt.
“Eichmann’ı dinledikçe, konuşma konusundaki yetersizliğinin
düşünme, daha doğrusu başkalarının bakış açısına göre
düşünme konusundaki yetersizliğiyle yakından ilişkili
olduğunu daha iyi anlıyordunuz.”
Kötülüğün Sıradanlığı, s.69
Eichmann, savunması sırasında klişelerle ve beylik laflarla konuşuyordu ve devamlı söylediklerini tekrar ediyordu. Bu şekilde konuşmasını mahkeme, devamlı aynı yalanı söylemesine ve kendisini emir kulu bir memur görünümü arkasına saklamaya çalışmasına bağlıyordu. Ancak Arendt, bu durumun gerçekten de bir yetersizlikten kaynaklandığını düşündü. Albert Camus’nün Yabancı kitabındaki gibi birini yanlışlıkla öldüren, ama sonra hiçbir suçluluk hissetmeyen karakter gibi.
Eichmann savunmasında, sadece emirleri uygulayan bir memur olduğunu ve bu yüzden suçlanamayacağını söylüyordu. Arendt de Eichmann’ın bu suçları işleme saikinin olduğunu düşünmüyordu. Arendt’in sorguladığı şey aslında Eichmann’ın kişiliğinde, Naziler gibi emrin verildiği ve uygulandığı, Hitlerin sözünün kanun olduğu bir toplumda insanların gerçekten saiklere sahip olup olamayacağı, ya da farklı bir deyişle “düşünme eyleminin” gerçekleştirilip gerçekliştirilemeyeceğiydi. Kötülüğün Sıradanlığı/Banality of Evil dediğimizde, sıradan hale gelen, banal olan, kötü bir davranışın çok fazla yapıldığı için sıradan hale gelmesi değildi. Sıradan hale gelen, Arendtin anladığı manada “düşünme” eyleminin eksikliğiydi. Arendt, bu “düşünme eylemi eksikliği”ni, Eichmann’ın kimliğinde tartışmış, ve Eichmann’ın işlediği suçları işlerken, “düşünme eylemi”ni gerçekleştiremediğinden bahsetmişti.
Tahmin edersiniz ki Yahudi katliamının işleyişinde bu kadar büyük bir rol oynayan bir insanın kötü bir idealinin ya da amacının olmaması fikri herkesi dehşete düşürdü. Hele ki bu fikrin Yahudi bir düşünürden çıkması, çok büyük tepkiler aldı. Arendt’e en hafif tabiriyle birçok “eleştiri” geldi. Eğer Eichmann bilinç, düşünme yetisi ve vicdandan, yani aslında insanı insan yapan özelliklerden yoksunsa, Eichmann’ın bir insandan çok bir canavar olduğunun kabul edilmesi gerektiği söylendi. Eichmann’ın kariyer odaklı bir bürokrat görünümü arkasına saklandığı ve kendi Nazi görüşlerini gizlediği, bununla Arendt’i bile kandırdığı söylendi. Arendt, “kötülük” kavramını Eichmann’ın varlığına indirgemekle suçlandı. Arendt’in Eichmann’ın ne yaptığından çok kim olduğuyla ilgilenmesi, işlenen suçları göz ardı ederek konuyu saptırmak oluyordu. Martin Heidegger’ı hatırlayacaksınız, Marburg’da felsefe okurken Arendt’in ilişkisi olan hocasıydı. Eichmann ve Arendt tartışması sürerken, Heidegger’in 1933’te Nazi Partisi üyesi olması, herkesçe bilinen Nazi sempatizanı fikirleri ve Arendt ile olan ilişkisi tekrar gündeme getirildi ve Arendt, anti-semitizm ile suçlandı.
Arendt aslında Eichmann’ın yaptığı kötülükleri bilinçsiz olarak yaptığını savunmamıştı, kitabın hiçbir yerinde de Eichmann’ın suçsuz olduğunu söylememişti. Ancak “görevini yerine getirirken”, gerçekten “düşünme eylemi”nde bulunup bulunmadığını sorgulamıştı. Arendt’e göre “düşünme eyleminin” eksikliği, içinde bulunulan toplumdan, verilen emirlerden farklı düşünememekti. Eichmann’da eksik gördüğü şey buydu. Arendt’in söylediği, aslında Eichmann’ın düşünme eylemini yerine getiremeyerek toplumun içinde “birey olmayı” başaramamasıydı. Arendt de herkesin neredeyse ortak düşündüğü, ve camın arkasında oturan o canavarı mahkum etme fikriyle yanıp tutuştuğu ve mahkeme kararının belki de zaten belli olduğu bir ortamda bile birey olmaya çalışırken çok ciddi eleştiriler, hatta ölüm tehditleri aldı. Bir gecede demek doğru olmaz belki ama, Arendt bir anda, New York’un en çok tanınan, saygı duyulan yazarlarından birinden; en çok eleştirilen, Yahudi olmasına ragmen Yahudi karşıtı olmakla suçlanan birine dönüştü. Aslına bakarsanız Arendt’in Eichmann’daki düşünme eksikliğini eleştirirken kendisinin aynı hataya düşmesi, oldukça ironik olurdu, ancak o böyle bir hataya düşmedi. Arendt gibi birinin, yazdıklarından sonra ne gibi tepkiler alabileceğini tahmin ettiğini düşünüyorum. Ancak buna rağmen, düşünme eylemini yerine getirerek birey olmanın gereğini yaptı ve Eichmann konusundaki düşüncelerini olduğu gibi aktardı. Hayatının sonuna kadar, yazmaya başladığı ancak bitiremediği kitabında bile “banality of evil” yani “kötülüğün sıradanlığı” fikrini savundu.
Arendt’in hayatından ve yazdıklarından birçok ders alınabileceğini düşünüyorum. Ancak benim aldığım en büyük ders, toplumun genel kanısından, doğru olduğu dayatılan şeylerden farklı düşünmenin, her şeye rağmen kendi düşünceni savunmanın; yani toplum içerisinde birey olmanın, çoğu zaman kolay olmadığı ve belki de birçok şeye mal olduğuydu. Umarım hepimiz, bir gün “birey olma” cesaretini gösterebiliriz.