Sanat tarihindeki kaçakçılık, sahtecilik hikayelerini pek çoğumuz duymuşuzdur. Mona Lisa tablosunun kaçırılması, Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’nden 2002’de çalınan iki tablonun İtalya’da Camorra mafyasının elinde bulunması… Bu yazıda, sanat tarihinde büyük ses getiren ve bu tip klasik kaçakçılık örneklerinin dışında sayılabilecek çarpıcı bir aşk ve sahtekarlık hikayesini anlatmak istiyorum: Ressam Margaret Keane ve büyük gözlü çocukları. Bugün anlatacaklarım yalnızca bir sahtekarlık ya da aşk öyküsü değil; adaleti arayan bir sanatçının öyküsü, erkeklerin arkasına saklanarak var olmaya zorlanmış kadınların zaferlerinin de öyküsü.
Hikayemizin baş rolleri ressam Margaret Keane ve (eski) eşi Walter Keane. 1927 doğumlu ressam Margaret, ilk eşinden şiddet görmesi sonucunda boşanarak kızıyla beraber başka bir şehre, başka bir hayata başlıyor ve sonunda yıllardır içinde tuttuğu ressamlık tutkusunu ortya çıkartma fırsatı elde ediyor. Hikayemiz de böylece başlamış oluyor ancak tahmin edersiniz ki her şey hayallerindeki kadar kolay olmuyor Margaret için. 1950’lerin Amerika’sında boşanmış bir kadın olarak elinde boyaları ve fırçaları dışında hiçbir şey kalmayınca sokak ressamlığı yaparak günlerini geçirmeye başlıyor ve yine sokak sanatçılığı yaptığı bir gün hayatını sonsuza kadar değiştirecek olan Walter’la yolları kesişiyor. Walter bu sırada sanat simsarları tarafından başarısız bulunan resimler üretmekte olan ancak çok zengin olma hayalleri olan bir ressam olarak sanat piyasasında varlığını sürdüren, orta yaşlı bir adam olarak hayatını sürdürmektedir.
Margaret ve Walter kısa bir süre içinde birbirlerine aşık olup evlenirler ancak her şey ilk baştaki kadar toz pembe yürümez. Walter, eşine sürekli küçük meblağlara sattığı resimleriyle bir yere varamayacağını, devamlı artan borçlarını böyle karşılayamayacakları fikrini aşılar ve Margaret sonunda pes ederek eşi Walter’ın altında bir ‘’hayalet ressam’’ olarak hayatını sürdürmeye karar verir. Margaret resimleri çizer ancak resimlerin altında başka birinin, kocası Walter’ın imzası vardır artık. Ticari zekası ve kurnazlığıyla eşinin yaptığı çocuk portrelerinin altına kendi imzasını atarak sanat camiasının önüne çıkan Walter, kısa bir süre zarfında ülke çapında büyük bir şöhrete ve paraya kavuşur.
Aslında eşine ait olan bu karakterli resimleri kendi imzasıyla pazarlayıp bu ticaretten kendi adını taşıyan galerisini açacak kadar çok para kazanan Walter, bu sırada Margaret’ı ve onun kızını duygusal yönden oldukça yıpratır. Para konusundaki hırsı oldukça aşikar olan Walter daha fazla resim çizmesi ve atölyesinden çıkmaması için Margaret’ı baskı altında tutar Margaret onu reddettiği zaman onu öldürmeye dahi teşebbüs eder. Zamanla bu baskıya dayanamayan Margaret, kızını da alıp ardında her şeyi bırakarak evi terk eder ve Walter’la olan tüm iletişimini keser. Hayalet ressamını kaybeden Walter’a neden daha fazla resim çizmediği konusunda büyük sanat çevrelerince baskılar gelmeye başlar ve böylece Walter’ın foyası yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Yine de kaçtıktan beş sene sonra hala olayların aslı hakkında ağzını açmayan Margaret, ancak bir gün bir televizyon programında çizdiği resimlerden ilhamını 2. Dünya Savaşında hayatını kaybeden çocuklardan aldığını söyleyen Walter’ı görünce bu yalanlara daha fazla katlanamaz ve ona dava açar. Dava Margaret adına sonuçlanır ve böylece sahtekar ressam Walter Keane’nin de yalanı ortaya çıkar ve intihal suçundan yüklü bir cezaya çarptırılır. Böylelikle geç de olsa Margaret hayalindeki sanat hayatına kavuşur. Sahip olduğu tüm şöhreti ve birikimi kaybeden Walter’ın şu anda Amerika’da oldukça fakir ve yalnız bir yaşam sürdürdüğü bilinmektedir. Asıl güzel olan şey ise, bugün hala Margaret Kaene bir ressam olarak hayatını sürdürmeye ve çizgisinden şaşmadan resim çizmeye devam etmektedir.
Margaret Keane, belki tarihteki en iyi ressam olmasa da en çarpıcı hikayeye sahip ressamlardan biri olarak tarihe geçiyor. Onlarca insana hikayesiyle ilham veren o, artık dünya tarihinde “büyük gözlü çocukların ressamı” Margaret Keane olarak anılıyor.
Ayrıca, eğer bu hikayeyi merak ettiyseniz bu hikayeyi sinema perdesine taşıyan ve hem yapımcı hem de yönetmen koltuğunda gördüğümüz Tim Burton’ın 2014 yapımı ‘’Büyük Gözler’’ isimli filmine göz atmanızı öneririm . Burton’ın yönetmenliğini üstlendiği diğer 17 uzun metraj filminin aksine bu kez gerçeğin sınırlarını çok da zorlamadan anlatıyor bize hikayeyi. Yönetmenin belki de en ‘’normal’’ filmi diyebiliriz Büyük Gözler için, bunda elbette hikayenin gerçeğe dayanması büyük söz sahibi. Sinematografik açıdan kariyeri boyunca hep kasvetli karakterler ve sıra dışı öyküler çizen Burton’ın dram türünde bir biyografi çekmesi ilk bakışta size şaşırtıcı gelebilir, ancak filmin sonuna kadar sabrettiğinizde fark edeceksiniz ki bu film sanılanın aksine yalnızca eskide kalmış bir hikayeyi gözler önüne seren biyografik bir eserden çok daha fazlası. Burton bu açıdan birçok sahnede kendi tarzını yansıtmayı ihmal etmemiş.
Çarpıcı sonuyla bize bir kadının sanat dünyasında yalnızca erkeğin kanatları altında değil, kendi ayakları üzerinde var olabileceğini gösteren Margaret Keane’ye ne kadar teşekkür etsek az. Temennimiz ise hem beyaz perdede hem de sanat dünyasında böyle ilham verici hikayeleri daha fazla görebilmek.
Kaynakça:
https://www.ibtimes.com/who-margaret-keane-11-things-know-about-real-life-artist-after-big-eyes-release-1767624