Serdar Acar, 1992 yılında İstabul’da dünyaya gelmiştir. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümünden mezun olmuştur. Şimdilerde ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Sanat ve Tasarım Bölümü’nde yüksek lisansına devam etmektedir.
2016 yılında, Cermodern’de, Serdar Acar’ın, ‘Yalnızlık Üzerine’ adlı eserini görmüş ve çok etkilenmiştim. Esere bir süre kıpırdamadan hayranlıkla baktığımı ve bana neler hissettirdiğini hala anımsıyorum. O günden sonra gittiğim birçok sanat sergisi/galerisi oldu ama hiçbir sanat eseri beni bu eser kadar etkileyemedi. Serdar Acar’ın özgün ve çarpıcı tarzı, karakterinin naifliği, sanat yaparken hislerini derinliğince eserine yansıtması ve bu yolla karşı tarafa aktardığı duygu yoğunluğu, onun sanatını özel yapan detaylardan sadece birkaçı.
Yalnızlık Üzerine eserinin hakkında arkadaşlarımla uzun uzun sohbet etme şansımız olmuştu. Hepimiz kendi hayatımızla özdeşleştirdiğimiz anlamlar çıkarttığımız için, eserle alakalı yorumlarımız farklıydı ve Serdar Bey’in anlatmak istediklerine birçoğumuz yaklaşamamıştık. Hal böyle olunca, ben de içimdeki merak duygusunu bastıramadım ve eseri bir de Serdar Bey’den dinlemek istedim. Her sorduğum soruya hiç sıkılmadan, içtenlikle cevap verdi ve eserinin altında yatan anlamı şu cümlelerle anlattı: ”Yalnızlık Üzerine eseri, yedi yıl öncesinden bugüne kadar olan çalışma sürecimle ve bu süreç içerisinde binlerce farklı kişiymişim gibi davranmak zorunda kalmamla alakalıydı. Farklı karakterler ortaya koyup, bir oyun oynamam ve bu oyunun getirdiği yoruculuğu ve yalnızlığı fazlasıyla üstümde hissetmemdi ”. Serdar Acar’ı bu eserinin ardından takipte kaldım. Çalışma süreci boyunca ortaya koyduğu diğer eserlerinin ve sergilerinin de görülmeye değer olduğunu düşünüyorum. En etkilendiğim ve unutamadığım eser Yalnızlık Üzerine olsa da, Serdar Bey’in son sergisi olan Sessizlik genel konseptiyle ve anlatılmak istenenlerle beni yine içine çekmeyi başardı.
Serdar Acar, Sessizlik adlı sergisini Santa Maria Drapelis Kilisesi’nde gerçekleştirmiştir. Bu sayede eskiden kral mezarı olarak kullanılan kilise, ilk defa bir sanat sergisine ev sahipliği yapmıştır. Skye adasının topografik oluşumları eserlerinin merkezinde yer almaktadır. Serdar Bey’in ilk sergisi olan Eşdeğer’in devamı niteliğinde olan bu sergi; İnsansız kıyı şeritlerinden oluşuyor. Serdar Acar’ın yarattığı bu mekanlar Freud’un Düş Yorumları adlı kitabında bahsettiği ‘beden ve evi’ ifade ediyor. Bilinç-önbilinç ve bilinçdışı benlik-üst benlik ve alter ego. Serdar Acar’ın bu mekanlarda evi beden olarak yorumlaması insanları bedenin içinden, bedenin içine, ruha duyguya ve düşünceye olan yolculuğa götürüyor. Bunun yanı sıra iç-dış mekan betimlemesi Freud’un Das Unheimliche makalesinde yer alan ‘tekinsizlik’ kavramıyla çelişiyor. Serdar Acar bu durumu şu sözlerle açıklıyor: ‘İç mekan tanıdık ve tekin olan iken, dış mekan tekinsiz olanın, kaygı vericiliğine doğru bir süreklilik içerisindedir. Tıpkı akmakta olan zamanın ve tekrarların sürekliliği gibi.” Eserlerinde, mimarinin temel unsurları olan yatay ve dikeyin, iç ve dışın kullanıldığı görülmektedir. Eserlere açık mavi tonlarının hakim olmasının yanı sıra altın varak kullanımı da göze çarpmaktadır. Serdar Acar’ın, altın tonları kullanmasının sebebi Japon felsefesi olan Kitsungi’ye dayanır. Bu teknikte, kırılan nesnenin kutsallığının vurgulanması amaçlanır. Serdar Acar bu tekniğe başvurmasını ”Tüm yozlaşmışlıklar ve kötülüklere rağmen, bir nevi farklı olan yolu seçmek, ruha yakın gelen felsefe ve inançlara tutunma isteği. Kısaca yaşanmışı kutsamak amacıyla altınla kapladım” cümleleriyle açıklıyor.
Kırılmış nesneleri altınla kaplamak…
Acıya ve yaşanmışlıklara duyulan saygıyı gösteriyor aslında. Kırılmış bir nesneyi atabilirsiniz ama eğer onarmayı seçerseniz ona bir anlam katmış olursunuz. Bu insan ilişkilerinde de böyle değil midir? İnsan da kırıldığı yerden acır. Ruhun hissettiği acı çekilen fiziksel bir acıyla eşdeğerdir ve bu yüzden kalbimize batan cam kırıklarını bu denli somut bir şekilde hissedebiliriz. Zamanla kırılan yerlerimiz kabuk bağlar ve yenileniriz, daha güçlü ve bilge bir şekilde devam ederiz hayatımıza. Acı çekilmeyi talep eder ve bize birçok ders verir. Kırılan bir insan da bu yüzden değişir ve eskisi gibi olamaz.
Sergi metninde İdeal olanı aramak diye bir cümle geçiyor. Peki, ideal olanı aramak nedir? İdeal olana erişebilir mi? Serdar Acar için ideal olan bugüne kadar sahip olamadığı şeylerdi. Bu kişide saflık, gerçeklik, olduğu gibi olma durumuydu, çünkü uzun yıllar olduğu kişi değil olmayı istediği ya da zannettirmeyi amaçladığı kişiyi oynamıştı. Ancak yorulmuştu ve umduğunu verememişti bu oyun ona…
İdeal olana ulaşmaya çalışmak ve bunu sadece insan ilişkilerinde değil, hayatın her alanında, ideallerin peşinden koşarak geçirmek, sonu olmayan bir yolculuk gibi geliyor bana. Bir şeyler tamamlandı derken karşımıza tamamlamamız gereken başka bir uğraş çıkıyor ve bu sefer zihnimizi onunla yoruyoruz. Bu anlamda ideale giden yolun sonu hiç bitmiyor çünkü ideal olana ulaşmakta bu döngünün bir parçası haline geliyor. Yine de bazen bir şeylerin bitmesi insan için ideal olan olabiliyor. Tıpkı bu serginin çıkış noktasının bir ilişkinin bitişiyle başlaması gibi. Serdar Acar, yarattığı, kıyı şeritlerinin olduşturduğu sessiz dünyada, kendi küllerinden yeniden doğuyor. Böylece sessizlik son buluyor. Sergiye gelenlere, kendi dünyasının kapılarını aralıyor ve bu yolla insanlar da kendi dünyalarına olan yolculuğa çıkmaya hazırlanmaya başlıyor.