Tarih boyunca sanatçıları etkileyen ve genellikle de başyapıtların oluşmasına sebep olan başka insanlar oldu. Onlar aslında sanatçının ismiyle bir olmuş eserlerin tam ortasında duran, sanatçı gözümüze sokmadıkça ya da medya kulaklarımıza bağırmadıkça isimsiz insanlar… Ya da başka bir isimle, oldukları gibi değil de sanatçının onları gördüğü (yarattığı) biçimde; bazen parçalara ayrılmış, bazen idealize edilmiş, bazen soyutlaştırılmış, hatta bazen anlaşılamamış şekilde. Özellikle görsel sanatları ele aldığımızda ilham perilerinin etkisinden kurtulmamız mümkün değil aslında. Her ne kadar “Bu bir pipo değildir” diyen Magritte’e katılsam da, ilham perilerini eserin dışında ve ondan ayrı bir obje olarak görmek, benim duygusal yanımı huzursuz ediyor. Evet, değiştirilmeye mahkumlar ama ilham perilerinin de o ‘şaheser’lerin varlığından sorumlu olduğu gerçeğinden kaçamıyorum. Bunun karşılığında isimleri ölümsüzleşmese de, ruhlarının eserleri içinde yaşamaya devam ettiğine, ya da eserin kendisine dönüştüğüne ve böylece hayatta kaldığına inanmak gibi de romantik bir düşüncem var.
Bu yazıyı yazma amacım aslında sanattan, estetikten falan bahsetmek değildi ama kabullenmesi zor şeyleri dile getirmeden önce sözü dolandırıp uzatmak alışkanlığımdır. Yine de yazının girişinde anlattıklarım bu yazının yazılma amacına gizlice hizmet ediyor, ya da ben kendimi böyle kandırıyorum. Bu yazının amacıysa -artık yüzleşmenin zamanı geldi-; birkaç hafta önce kaybettiğim birinin ruhunun gezinmesi için satırlar oluşturma fikrimi açıklamak -büyük sanatçıların isimsiz ilham perileri gibi… Yarattıklarım ve yaratacaklarım O’nun ismini ölümsüzleştirmeyecek olsa da, benim içimi milimetrik boyutlarda rahatlatacak biliyorum. Ayrıca umuyorum ki bir yerlerde hiç tanımadığım birilerinin de içinde benimki gibi tuhaf bir his oluşacak ve o zaman gerçekten kendimi anlatmış olabileceğim O’nunla, O’nun içinden.
Benim için O; bana ilk gitarımı alan, sürekli bozulan elektronik aletlerimi tamir eden; dağcılık olsun, balık pişirmek olsun, edebiyat olsun; her nasılsa her konuda kulak asmaya değer bir fikri olan, keyifli yaşamaya çalışan, heves ettiğim bir çok şeyi denemiş, bazen kibirle sinir olduğum, bazen eleştirilerine maruz kaldığım biri olmaktan öte artık çünkü. Hiç bir zaman sımsıkı sarılmadım O’na, bunu düşünüyorum ama bu bir pişmanlık düşüncesi değil. Belki de ikimiz birden bunun için fazla ‘cool’duk desem gülerdi mesela. Yine de sahip olduğumuz ortak özelliklerden midir yoksa ayak izlerini tesadüfen veya bazı genetik tesadüflerden ötürü takip ettiğim için mi bilemem; bana sımsıkı sarıldığım insanların bazılarından daha yakındı içten içe belki.
Şuan ve gün içinde aklımda tonlarca anısı dolanıp duruyor. Hepsi de benim için ne kadar özel ve değerliyse, size göre isimsiz bir insan söz konusu olduğunda o kadar sıkıcı muhtemelen; ama dedim ya, ben burada kelimelerce O’nu anlatsam da O’nu olduğu gibi anlatmıyor olacağım zaten. Yazdıklarımın ve yazacaklarımın hepsi hayallerin yapıldığı maddeden yapılma artık, anlattıklarımın hepsi baktığım açıdan ‘piponun görüntüsü’… İşte bu yüzden hakkında ya da O’ndan esinlenerek ürettiğim her söz, O’nun benim aklımın süzgecinin arkasında canlandırılmış birer hali; her kelimeyle onu hafızamda tekrar ‘canlandırabilirim’ diye belki de sadece. O yanımdan ayrıldı ve ben de elim kolum bağlı oturdum diyemem çünkü…
Sihirli bir değneğimiz olsa kimse ölmezdi çünkü ve benim dolmakalem biçiminde sihirli bir değneğim var. Benim sihirli değneğim, O’nun bedensiz suretini aydınlatırken; biz birlikte cennet ve dünya arasına dayadığımız merdivene oturup sevdiğimiz şarkılardan “Stairway to Heaven” dinliyoruz. Sonra gerçeğe dönüp tek başıma oturduğumu farkettiğimde, Cennet’e giden merdivenin ta kendisi oluyor O. Sonra karanlıktan çıkıp, burnumun ucundan damlamaya çalışan gözyaşımın içinden güneş ışığı geçiriyorum ve gökkuşağına boyanıyor kelimelerim.
Acılarınızı sanata aktarabilmeniz dileğiyle,
Dayım’a ithafen…