Bohem kelimesinin olumsuzluk ekleriyle kurulmuş birkaç tanımı 19. yüzyıl burjuvaları tarafından burun kıvrıladursun, biz aynı dönemin Paris’ine, bir grup entellektüelin dünyasına dikkatimizi çevirelim bu kelimeyi anlamak için: Picasso’nun, Matisse’in, Duchamp’ın, Modigliani’nin yaşadığı döneme…
Paris’te kendi geleceklerini kendileri belirlemeye karar vermiş bir grup sanatçı ve sanatsever bu akımı (bohemia) kadere karşı geliş -ve bazıları da kuralsız yaşayarak kendilerine aşağılayan topluma karşı bir meydan okuma- olarak görür ve iğneleyici sohbetlerini sürdürürken, aralarından yakışıklı bir İtalyan adam çıkar; elindeki şişeden bir yudum daha alır, ayağa kalkar ve şöyle der: “Kısacası hayatım umrumda bile değil”. Bu adam Picasso’nun en büyük düşmanı, hayatını Picasso’nun yaşadığının tam tersi bir biçimde; küçüklüğünde başlayan çeşitli hastalıklarla savaşarak ve yoksullukla geçirmiş Amedeo Clemente Modigliani’dir. Değeri sonradan anlaşılmış, hayatı boyunca ihmal edilmiş bir dahi… Kişisel fikrimi sorarsanız ise bohem kelimesinin etten kemikten hali, kelimenin ruhunu zayıf bedeninde taşımış, ucuz içkilerle, umursamazlık ve acıyla beslemiş; ölümsüzleştirmiş olandır. O’nun için “bohemia” hayata meydan okumaktır ve sanatın ta kendisi olmuştur. Yaptığı nefes kesici tabloların yanısıra trajik hayatı başlı başına sanatın ta kendisidir belki de. İmzasını taşıyan portrelerin gözlerini boş bırakan, eserlerinin satılması ya da satılmaması umrunda olmayan, yaşadığı süre boyunca popüler olmamak için sanki özellikle çabalamış, kendisini öven burjuvalara bile ruhsuz olduklarını söyleyebilen pasif agresif sanatçının kişiliğini; acılarını ve içinde bulunduğu koşullarla dalga geçercesine yaşama meydan okuyan halini, ruhundan katarak yaptığı resimlerinde görürüz duygusal derinliğimizin ölçüsünde. Hayatı boyunca canının istemediği hiç bir eser yapmamış, beş kuruşu olmamasına rağmen taviz vermemiş bir ressamdır çağdaşlarının aksine ve bu diğer sanatçılar arasında büyük bir saygı uyandırmıştır. İçinden geldiği gibi yaşamış, içinden geldiği gibi ölmüştür.
O’nun hayatını kitaplardan okur, filmlerden izlerken gözyaşlarınızı tutabiliyorsanız da muhtemelen boğazınızda düğümlenen bir şeyler vardır. Bir taraftan da ölümüne sebep olan umursamazlığı ve “Hayatım umrumda bile değil” sözlerini haklı çıkaran ihmalkarlığına kızmak şöyle dursun; O’na saygı duyar, hatta yer yer hak verirsiniz. İşte bu noktada Modigliani aklınızda tanrılaşır ve bir hayat tarzına dönüşür. “Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşamış, yirminci yüzyılda ölmüş bir İtalyan heykeltraş-ressam” değildir artık o; başlı başına bir trajedi, tanımlarından ayrıca tanımlanması gereken bir kavram, bir yaşam tarzıdır. En büyük düşmanı, kendisine kin ve hayranlık duyan ve kayıtlara göre ölmeden önce ağzından dökülen son söz “Modigliani” olan Picasso’ya kim bu adam diye sorulduğundaysa: “O bir tanrı. Modigliani, bir yaşam tarzı…” olur cevap.