Geçtiğimiz Aralık ayında Üniversitemiz Türkiye’nin bugün en çok konuşulan çevirmenlerinden Petek Demir’i ağırladı. Bu güne kadar çevirmiş olduğu kitaplarla ünü yakalamış olan Demir’in de bir Bilkent mezunu olması bizi ayrıca heyecanlandırdı. Vermiş olduğu seminerin ardından kendisiyle görüşüp Bilkent’teki öğrencilik yılları ve şimdiki iş yaşamı hakkında konuşmak üzere röportaj sözü aldık ve bakın neler öğrendik.
GazeteBilkent: 1994 senesinde üniversitemizin İşletme Bölümünden mezun oldunuz,öncelikle bu bölümü seçmenizde ki nedeni merak ediyoruz?
Demir: Doğrusunu isterseniz zamanın en çok tercih edilen bölümüydü, “işletmeciler çok kazanır” düşüncesiyle hareket etmiştim.
GB: Şimdi yaptığınız iş mezun olduğunuz bölümden farklı olmasına rağmen en çok aranan çevirmenler listesinin başında yer alıyorsunuz. Bilkent’te almış olduğunuz İngilizce eğitimi bugün ki işinize ne ölçüde katkı sağladı?
Demir: Bilkent’te İngilizce eğitimi almadım, Bilkent’te eğitim İngilizceydi ve elbette aldığım bu eğitim uluslar arası ilişkiler, politika, ticaret, hukuk, muhasebe, pazarlama gibi konularda hem kelimelere hem de terimlerin kullanılışına aşina olmamı sağladı. Edebiyat çevirisi yapabilmek için birçok saha hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor, tek bir sahada kendini geliştirip iyi çeviri yapmak mümkün değil. Her bölümün dil konusunda farklı bir beklentisi oluyor. Bizim bölümün hocaları, açık ve anlaşılır bir dil kullanmamızı isterdi. Sanırım bu bende bir alışkanlık halini aldı; Türk okuru da bunu sevdi. Edebiyat, dili farklı kullanma beklentisini getiriyor ama zaten yabancı bir kültürü tanıtırken, üstüne bir de anlaşılmaz bir dil kullanılması okuyanı yorar. Dengeyi iyi kurmak gerekiyor.
GB: Bilkentli günlerinize geri dönecek olursak, nasıl bir öğrencilik hayatı yaşadınız?
Demir: Çalıştığı zaman A alan bir öğrenciydim, üniversitenin ilk 3 yılını C- ile geçirip, son yıl kendimi derslere verdim. İşletme okusam da seçmeli derslerimin tamamını Uluslar arası İlişkiler ve Kamu Yönetimi bölümlerinden aldım. Ö.Faruk Gençkaya’dan aldığımız Demokrasi dersinde, gönüllü olarak TBMM’ye gidip, meclis tutanaklarını inceleme görevini üstlenmiştim, sonra bunlardan bir özet rapor hazırlamıştık. En çok keyif alarak yaptığım işlerden biriydi. Politika, uluslar arası ilişkiler hala özel ilgi alanımda.
O zamanlar Bahar Festvalinden başka bir aktivitemiz yoktu. Bir arkadaşımla birlikte tezgah kiralamıştık. Düşündüğümüz her şeyi başka bir arkadaşın satacağını öğrenince tezgahın kira parasını fal bakarak çıkartmaya karar vermiş ve herkesten fazla kazanmıştık :)
GB: En çok zorlandığınız ya da sevdiğiniz ders neydi?
Demir: Uluslar arası ilişkilerden aldığım tüm dersleri çok severek okudum. Gökhan Çapoğlu hocamızın verdiği derslerde zorlanmıştım- yanlış hatırlamıyorsam Money & Banking ve Managerial Economics dersleriydi.
GB: Bilkentli günlere dair unutamadığınız bir anınızı anlatın desek …
Demir: Unutamadığım çok anım var ama ben size mezuniyetimi anlatayım. Daha önceki yıllarda pek çalışmadığım için ortalamam 2’nin altındaydı ve son dönem aynı zamanda okuldan atılma dönemimdi. Yani ya mezun olacak, ya da atılacaktım. Çok çalışmıştım, bütün derslerden en az B bekliyordum ama bazı hocalar notları asmamışlardı; bu yüzden geçip geçmediğimden emin değildim. Mezuniyet günü geldi çattı; annem, kardeşim, dayımlar, tüm ailem gelmişti. İçimi kemiren kurt yüzünden, yurdun önünde çektirdiğimiz aile fotoğrafında bir tek benim yüzüm gülmüyordu. Sekreterliğe gittim ama onlar da tüm hocaların verdiği notları bilmiyorlardı. Büyük tereddütler içinde cüppeyi ve kepi alıp giydim. Mezunların arasındaki yerimi aldım, sıraya girdim. Benden başka herkes mezun olduğundan emindi. Annemlere doğru dönüp baktım; gözlerindeki sevinç pırıltısını söndürmekten korkuyordum. Artık İşletme bölümü mezunları yürümeye başlamışlardı; platforma çıktım. Kaçacak yerim kalmamıştı. Rektör ve rahmetli KKTC cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’la aramda bir kişi vardı. Benden bir önceki arkadaş diplomasını alıyordu. Kurdeleyla sarılmış diplomalardan başka hiçbir şey görmüyordum. Adım okunmazsa, rektörün önünden hiçbir şey olmamış gibi, sırıtırken dişlerimi göstererek yürüyüp geçmeyi düşünüyordum… Adım okunduğunda hayatımın en büyük nefesini almıştım.
GB: Bilkent’teki yıllarınız süresince keşke şunu da yapsaydım ya da yapmasaydım dediğiniz şeler var mı?
Demir: Hiçbir pişmanlığım yok. Zamanın şartları neye elverdiyse en iyi şekilde değerlendirdiğimi düşünüyorum. Herkesin kendisi için en iyi olanı yaptığına da inanıyorum. Keşke yapmasaydım diyeceğimiz şeyleri yapmamış olsaydık, bugünkü gibi düşünemezdik. Herkes kendi tecrübeleri doğrultusunda, kendi yaşadığı şartlarda, kendi düşünceleriyle başbaşa kalıp kendi kararını verdiğinde en iyi seçimi yapar. Pişmanlığı en yüksek insanlar, seçimlerini kendileri yapmayan insanlardır.
Biraz da şuan yapmakta olduğunuz işten konuşalım dilerseniz
GB: Bloğunuzdan takip ettiğim kadarıyla sizde medyanın maduriyetine uğrayan isimlerdensiniz, ülkemizin hapishaneleriyle anılması konusu ki konuşmalarınız çarpıtıldı. Bizi bu konuda en iyi siz aydınlatırsınız neler söylemek istersiniz?
Demir: Medyada çalışanlar, işlerinin gereği dikkat çekici başlıklar atmak, röportaj yaptıkları kişiyi biraz daha renkli tanıtmak, kendi okuyucusunun beklentilerine yönelik bir yazı çıkartmak istiyorlar. Bunu bir yere kadar doğal karşılıyorum ama sadece duymak istediğini, cümlenin içinden çıkartıp yazınca, benim yerime onlar konuşmuş oluyor. Ülkemiz evvel ezel hapishaneleriyle anılıyor. Herhangi bir filmde veya romanda Yunanistan’ın mavisi, İtalya’nın tarihi yapıları övülürken sıra bizim ülkemize geldi mi hapishanler ön plana çıkıyor. Biz kendi içimizde ne kadar özgürlükler ülkesi olduğumuzu söylersek söyleyelim, aydınlar gerçeği görüyor, gören de yazıyor. Benim elimden de bu duruma üzüldüğüme söylemekten başkası gelmiyor; yine de sözün gücüne inanıyorum. Söz, ağızdan çıktıktan sonra dünya bir daha asla eskisi gibi olmaz. Söz, duyulur ve yayılır; sonra dünya yavaş yavaş değişir.
GB: Çevirisinin size ait olduğu bazı kitapların bir yayın evi tarafından başka bir çevirmenin ismi ile yayınlanmış olduğunu öğrendim. Hal böyleyken hakkınızı korumak için ne yaptınız ve açıkçası bu durum Türkiye’de ki çevirmenlerin haklarının ne ölçüde korunduğu sorusunu ortaya çıkartıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Demir: Maalesef kanunlarımız böyle. Birkaç sene öncesine kadar sineye çekip susmak zorundaydanız. Bugün gitgide kabul gören bir derneğimiz var. Bu kitaplarla ilgili dernek avukatlarına vekalet verdim, bundan sonraki süreci onlar takip edecekler. Ben her zaman anlaşmaktan yanayım. Bir zamanlar birlikte çalıştığım insanların karşısına geçip “hakkımı yiyorsun” dediğim zaman, işi pişmişliğe vereceklerini düşünmek istemiyorum.
Yayınevleri de tek başlarına suçlu değiller; sistem onları hep korudu. Kötü sistemler güçlüleri korur. Edebiyat için konuşuyorum; AB’deki herhangi iki ülke dili arasında sayfa başı çeviri ücreti, Türkçe’den yapılan çevirilerin iki-üç katına sabitlenmiş. Birlikte düşünelim, sebep ne olabilir? Türkçe çeviriler AB standartlarında yapılamadığı için mi, çeviri Türkiye’de yapanlar ve yaptıranlar tarafından ciddiye alınan bir iş olmadığı için mi, yoksa Türkçe ucuz bir dil olduğu için mi?
GB: Çevirmenlik tek kişilik bir meslek olarak görünse de farklı yaşamları kimi zaman farklı dinleri okuyucuya doğru aktarmak adına bilirkişilerle paslaşmak durumundasınız. Peki Masonluk üzerine araştırmalarıyla tanıdığımız Erhan Altunay ile nasıl bir çalışma süresi geçirdiniz?
Demir: Dan Bown kitaplarını ve başka birkaç kitabı çevirirken farklı dinlerin mensuplarıyla görüştüm. Çevirdiğinizi anlamanız için bunu yapmanız gerekir. Bazen karşınıza ismini sözlüklerde bulamadığınız bir nesne çıkıyor; ne işe yaradığını, nasıl kullanıldığını, neyi temsil ettiğini öğrenmeniz gerekiyor; kimi zaman bir isim vermeniz gerekiyor; kimi zaman Türkçe söyleyişe uydurarak yazmaya karar veriyorsunuz. Erhan Beyle televizyon programında tanıştım; daha önce tanışmıyorduk, dolayısıyla birlikte herhangi bir çalışma sürecimiz olmadı. Erhan Bey sadece Masonluk üzerine değil, Hıristiyanlık, paganizm, sembolizm gbi çeşitli konularda araştırmalar yapmış bir isim. Bundan sonraki çalışmalarımda başvurabileceğim önemli bir kaynak.
GB: Dan Brown ile çevirileriniz sonrasında görüştünüz mü? Türkiye ve okuyucuları hakkında neler düşünüyor?
Demir: Yayınevinin 50.yıl kutlamasına katıldığı sırada tanışıp konuştuk. Türkiye’de gördüğü ilgiden çok memnun. Ülkemizin doğasını ve insanını çok sevdi. İlgiyle birlikte ülkenin aydınlarından saygı da gördü. Kim mutlu olmaz ki? Eşi Blythe’ın doğumgününde Boğaziçi Üniversitesi’nde seminer veriyordu, telefonla arayıp dinleyicilere doğumgünü şarkısını söyletti. Kendini o kadar yakın hissetti yani. Ben gazetelerde çıkan o çarpıtılmış sözlerden bahsetmedim; konusunu açmadığına göre, bahseden olmamış diye düşünüyorum.
GB: Sizin çevirileriniz sayesinde hiç İngilizce bilmeyen insanlar Dan Brown başta olmak üzere bir çok yabancı kitabı okuyabildiler. Bu anlamda çevirmenlik mesleğinin ülkemize kültürel açıdan çok getirisi olduğunu düşünüyorum. Sizce neden bu meslek olmalı ?
Demir: Osmanlı zamanında dünyanın darülharp ve darülislam olarak ikiye ayrılmasıyla Batı dilleri ve dolayısıyla bu dillerin konuşulduğu yerlerdeki gelişmeler, dikkate alınmadı. Asgaride tutulan ilişkiler için gerekli çeviri işleri, bu dilleri (harp edilecek dünyanın dili) konuşabilecek gayrimüslimlere yaptırıldı. Ama Osmanlı’nın takip etmeye tenezzül etmediği dünya ilerliyordu. Bizler, Rönesans, Reform, Hümanizm, Akıl Çağı, Sanayi Devrimi gibi dönemleri zamanında yaşayamadık, hatta hiç haberimiz olmadı. Bu düşünce akımlarıyla, dünyaya daha geniş açıdan bakan bu düşünce sistemleriyle geç tanıştık, hepsiyle bir anda tanıştık; hepsini aynı anda öğrenmeye çalıştık. Atatürk devrim ve inkılapları, bu yeni çağa ayak uydurmamızı kolaylaştıracak araçlar getirdi; yani, demek istediğim toplumda travma yaratan inkılap tarihimiz değil, asırlarca gerisinde kaldığımız gelişmeler dünyasıyla aynı anda tanışmamızdı.
Bir yeniliği tanıtmak, bir fikri anlatmak için en iyi yol, onu bir hikayeyle örneklendirerek aktarmaktır. Çoğu zaman doğrudan söylediklerimiz o kadar etkili olmaz. Edebiyat, kimileri için basit bir zaman geçirme yolu olarak görülebilir ama düşünce akımlarını yaymanın en etkili yoludur. Edebiyat çevirisi de işte buna hizmet eder.
GB: Son olarak Sayın Demir, korsan kitap ve cd ler hakkında neler söylemek ister?
Demir: Gördüğüm kadarıyla CD’ler konusunda daha hassas davranılıyor. Ben korsan kitapçıların önünde durup sohbet eden polis ve zabıta görüyorum. Yunanistan’da (şimdiki halini bilmem ama) Kültür ve Maliye bakanlıklarının korsana karşı ortak bir çalışma yürüttüklerini, emniyet görevlilerinin korsana göz açtırmadığını biliyorum. Dünyanın bazı ülkelerinde de cezası çok ağır; ayrıca korsan baskılar bulunduğu anda imha ediliyor.
Türkiye’de, hepsi için söylemiyorum ama birçok yayınevi, yazar ve çevirmenlerin telif hakkını ödemediği, kitapları başka isimlerle çıkarttığı için, eser sahipleri kitaplarına sahip çıkamıyor. Kanunlar; korsan matbaaların basılması, satıcıların yakalanması için yetersiz. İhbar edilen adresteki kitaplar yan daireye taşınmışsa, polis orada görse bile kitaplara el koyamıyor. Topu geleceğe atalım; bir gün kitaplara ve emeği geçenlere kıymet verilecek, hakları ödenecek ve korunacak. Şimdilik işimizi doğru yapmaktan duyduğumuz gururla yetiniyoruz çünkü istiyoruz ki, gençlerimiz bizim yaptığımız işleri önlerinde hazır bulsun ve bu bilgiye basarak ileriye sıçrasın.