Türkiye Barolar Birliği Başkanı Ve Üniversitemizin Değerli Hocası Ahsen COŞAR İle Röportaj

Gazetemizin Politika Editörü Ümran Şatana’nın Türkiye Barolar Birliği Başkanı ve Bilkent Üniversitesi İktisadi İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nin Saygıdeğer Hocası Vedat Ahsen Coşar ile yapmış olduğu; Anayasa’daki değişiklikler, KCK Davası, Menderes’in idamı ve Torba Yasa ile ilgili röportajı aşağıda bulabilirsiniz.
Şatana: Sayın Coşar, Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak, hukuksal açıdan çok önemli bir konumdasınız. İş yoğunluğunuzu tahmin etmemek mümkün değil. Bunca yoğunluğa rağmen üniversitede eğitim vermeyi ve Bilkent Üniversitesi’ni seçmenizin sebebi nedir?
Coşar: Gerek Türkiye Barolar Birliği başkanı, gerekse serbest avukat, eş ve baba konumunda olmakla ve aynı zamanda Bilkent Üniversitesi ile Gazi Hukuk Fakültesi’nde ders vermekle oldukça yoğun olduğum doğru. Biraz pratik, biraz da deneyim sahibi olduğum için bütün bu yükleri çok fazla zorlanmadan ve hiç yakınmadan taşıyorum. Mussolini’nin 1926 ile 1937 yılları arasında hapiste tuttuğu İtalyan Marksist, eylemci, gazeteci ve olağanüstü siyaset felsefecisi Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri adlı kitabında “Toplumda herkes entelektüeldir. Ama çok az insan entelektüel işlevini yerine getirir” diye yazar. Daha önce meslek örgütüm olan Ankara Barosu Başkanlığı’na, altı yıl Ankara Barosu Başkanlığı yaptıktan sonra bu kez Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı’na talip olmamın ve halen Birlik Başkanlığı yapmamın, Bilkent Üniversitesi’nde yaklaşık 13 yıldır ve halen, yine Gazi Hukuk Fakültesi’nde ders vermemin nedeni, bütün bu faaliyetleri Gramsci’den öğrendiğim “entelektüel işlevin yerine getirilmesi” olarak görmemdir. Diğer taraftan ben çok fazla statüye, pozisyona önem veren bir insan değilim. Aksine statüyü, pozisyonu, postu bir şey olmanın değil, bir şeyler yapmanın aracı olarak gören bir insanım. Yani yapma odaklıyım.  Meslek örgütümde görev almamın, hocalık yapmamın nedeni de bu. Yani hizmet etmek, yani bir şeyler yapmak, bildiklerimi, biriktirdiklerimi diğer insanlarla paylaşmak. Bunlar bana keyif veriyor. Diğer taraftan hocalık yapmak öğretmek ve öğrenmek işlevli.Bildiklerimi öğretmeye çalışıyorum, bilmediklerimi ise siz gençlerden öğreniyorum. Bilkent Üniversitesi’ni ben seçmedim. 1998 yılında Sayın Dekanımız Metin Heper; bana ders vermem için öneride bulundu. Bilkent’te gelişim bu şekilde oldu. Sanıyorum hizmetimden memnun kalındı ki, 1998’den bugüne kadar geçen 13 yıldır bu hizmeti her yıl büyük bir keyifle, hevesle ve amatör bir ruhla yapıyorum. Bilkent Üniversitesi’ni ben seçmedim dedim, ama herhalde seçme olanağım olsa idi, Bilkent Üniversitesi’ni seçerdim. Zira Bilkent Üniversitesi hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde tanınan, saygınlığı bulunan, güvenilen, kurumsallaşmış olan, öğrencisi, akademik kadrosu ile seçkin ve yanı sıra akademik yönden özgür bir eğitim ve öğretim kurumu.

Şatana: Bizim yaş grubumuzda ki gençlerin sizce Anayasa ve tarihindeki değişimlerin bilinçli bir şekilde farkında olduklarına inanıyor musunuz?

Coşar: Gözlemim çok fazla farkında olmadığınız yönünde. Bu konudaki eksikliğin siz gençlerden kaynaklanan nedenleri var. Sistemden, eğitim sisteminden doğan nedenleri var. Sizlerden kaynaklanan nedenlerin başında, sizlerin kendinize çok fazla emek vermemeniz, kendinizi değiştirmek ve geliştirmek hususunda çok fazla istekli, hevesli olmamanız geliyor. Öğrenmeden daha çok, sınıf geçme odaklısınız. Çoğunuzun günlük gazete takip etmediğinizi, yabancı basını izlemediğinizi, ders kitabı dışında başka kitap okumadığınızı görüyor ve biliyorum. Magazinle, güne dair şeylerle daha çok ilgilisiniz. Gerçekte her insan iki tür eğitime sahiptir; birincisi başta aile, okul ve yakın uzak çevre olmak üzere, başkalarının ona verdiği eğitim, ikincisi ve daha önemli olanı, insanın kendisine verdiği eğitimdir. Kendinizi eğitmek için mevcut rolleri, verili haritaları, koşullanmaları, kafanızın ve yüreğinizin içine yalan yanlış doldurulanları bir tarafa bırakıp, yaşamın bütün zenginliği karşısında, sağlıklı diyebileceğimiz bir kuşku, bir kavrama, öğrenme, anlama merakı ile kendinizi yeniden oldurmamız gerekir. Sistemden kaynaklanan nedenlere gelince; bizim eğitim sistemimiz Sokratik bir eğitim modeline dayanmıyor, yani analitik değil. Sorgulama üzerine, soru sorma üzerine değil, ezberleme üzerine kurulu. Böyle bir modelden geçerek üniversiteye geldiğiniz, üniversitedeki modelde önceki eğitim ve öğretim aşamalarındaki modelden çok farklı olmadığı için değişen fazla bir şey olmuyor. İlk ve orta öğretimde okuduğunuz, bizlerin de zamanında okuduğu tarih, resmi tarih. Yani bize tarih diye, bizlerin neyi nasıl bilmemizi istiyorlar ise onu öğrettiler. İlgi duyanlar, kuşku duyanlar farklı kaynaklara başvurarak, farklı kaynakları okuyarak bize öğretilen pek çok şeyin öyle olmadığını öğrendiler. Bunu yapmayanlar önceki koşullanmalarını sürdürüyorlar, daha önce öğrendiklerinin doğru olduğuna inanmaya devam ediyorlar. “Ama babam öyle diyor” diye düşünmeyi ve davranmayı sürdürüyorlar. Oysaki tarih adı altında ırksal, dinsel ve tarihsel temelimize dayandırdığımız kendimizle ilgili malumatlar, kanaatler, görüşler bize bu dünyada hak ettiğimiz yeri vermez, bugüne kadar vermedi de. Irk, din, tarih insan olarak bizlerin dışında olan değerler olmayıp, bizim anlam kattığımız, yaşattığımız, ihtiyaç duyduğumuz değerlerdir. O nedenle insan olarak bize tarihin ve yaşamın sunduğu anlam dünyalarını, ancak seçerek, günün değerlerine uygun biçimde yorumlayarak ve de değiştirerek yaşatabiliriz.

Şatana: Anayasa demişken, malum 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum sonucuna göre yıllardır süre gelen Anayasa maddelerinde değişiklikler meydana geldi. Deneyimli bir hukukçu olarak bu değişimleri nasıl yorumluyorsunuz?

Coşar: Anayasa konusunda hukukçu olarak, Türkiye Barolar Birliği olarak bizim duyarlı olduğumuz hususların başında; savunmanın bağımsızlığı ve özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, yargıç tarafsızlığı, demokrasi, hukuk devleti ve temel hak ve özgürlükler gelmektedir. Bu hususlarla ilgili duyarlılığımız, birey olarak bizim entelektüel niteliğimizden değil, avukat olmamızdan, hukuk kuruluşu olmamızdan, avukatların meslek örgütü olmamızdan kaynaklanmaktadır. Avukat olarak, Barolar Birliği olarak çok iyi biliyoruz ki, savunmanın bağımsız ve özgür olmadığı, yargının bağımsız, yargıcın tarafsız olmadığı, demokrasinin egemen, hukukun üstün olmadığı, birey hak ve özgürlüklerinin yeteri kadar güvence altında olmadığı bir ülkede avukatlık mesleğinin yapılabilmesi mümkün değildir. Duyarlı olduğumuzu ifade ettiğimiz bütün bu hususlarla, üst norm olan anayasa ve anayasa değişiklikleri arasında doğrudan ilişki bulunmakla, Anayasa değişiklikleri üzerine yapılacak bu değerlendirmede gerek avukat, gerekse Barolar Birliği olarak bizim kullanacağımız dil siyasi taraftarlık ruhu üzerine değil,  hukuk üzerine, hukukun evrensel ilkeleri ve değerleri üzerine, anayasalcılığın temel ilkeleri üzerine kurulu bir dil olmalıdır. Türkiye Barolar Birliği’nin referandum sürecindeki tutumu da böyle olmuştur. Bu bağlamda ve yeri gelmiş iken ifade etmek isterim ki, 1982 Anayasasında yapılan en son değişikliklere rağmen, Türkiye’nin demokratikleşme sürecini geliştirebilmesi için Batı standartlarına uygun bir anayasaya, parti içi demokrasinin işleyebilmesine olanak sağlayacak yeni bir Siyasi Partiler Yasası’na, seçim barajını kabul edilebilir bir orana indirmek suretiyle temsilde adaleti gerçekleştirecek bir Seçim Yasası’na gereksinimi vardır. Geçen yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren geçmişteki bütün çağlardan çok farklı bir çağda yaşıyoruz. Bu çağın adı demokrasi çağıdır. Bu çağla birlikte kapalı sistemler açılmaya, otoriter rejimler çökmeye, alışılagelmiş hiyerarşiler yıkılmaya, kimi tabular sorgulanmaya, daha düne kadar doğru bilinenler yanlış, yanlış bilinenler doğru bulunmaya başlamıştır. Sadece bunlar değil, güç ilişkisi de değişmiş, iktidar seçkinlerin elinden çıkarak halkın, yani “cumhur” un, “demos”un eline geçmeye başlamıştır. Sadece devletler, hükümetler, kurumlar, kuruluşlar değil, ekonomi de, kültür de, teknoloji de, enformasyon da demokratikleşmiştir. Böylece kadim Yunan’dan bu yana bir yönetim biçimi olarak bildiğimiz demokrasi, aynı zamanda bir yaşam biçimi olmuştur. Bu gelişmelere bağlı olarak demokrasinin anlamı ve içeriği de değişmiştir. Öyle ki, sadece siyasi gücün olabildiğince geniş ve eşit biçimde dağıtılması, yani siyasal anlamda eşitlikten ve yine açık, özgür, adil seçimlerden ibaret bir kurum, kuram ve pratik olarak anlaşılan demokrasi, bunlardan çok daha fazla bir şey olarak kabul görmeye başlamıştır. Bu bağlamda, hem bunları ve hem de hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını, başta yaşam hakkı olmak üzere, ifade özgürlüğünü, din ve vicdan özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, mülkiyet hakkını, diğer temel hak ve özgürlüklerin tanınmasını, korunmasını ve güvence altına alınmasını temel alan ve o nedenle “anayasal demokrasi” olarak isimlendirilen yeni bir demokrasi algısı ve anlayışı gelişmiştir. Demokrasinin geçirdiği bu değişime bağlı olarak, devlet anlayışı da değişime uğramış, bu bağlamda “bekçi devlet”, “refah devleti”, “sosyal devlet” gibi aşamalardan geçen devlet anlayışı günümüzde yerini yeni bir modele bırakmıştır. Bu yeni model, bir yandan devlet iktidarının kullanılmasını sınırlandıran, diğer yandan bireysel özgürlükleri koruyan bir dizi hukuki ve kurumsal sınırlama çerçevesinde işleyen “anayasal devlet”tir. Hükümetlerin seçilme ve iktidara geliş biçimlerinden ve süreçlerinden daha çok, ne yapmayı amaçladıkları ve ne yaptıkları ile ilgili olan “anayasal demokrasi” ve onun devlet biçimi olan “anayasal devlet”, klasik liberalizmin kurucu değerleri olan bireye, temel hak ve özgürlüklere, akla, kanun önünde eşitlik ilkesine, hoşgörüye, rızaya dayanmaktadır.  Ama en az bunlar kadar ve hatta daha çok temel hak ve özgürlükleri korumak, güvence altına almak için kuvvetler ayrılığı ilkesine, yargı bağımsızlığına, yargıç tarafsızlığına, laiklik ilkesine, adil yargılanma hakkına dayanmakta ve bunun için de hukukun üstünlüğünü siyasetin merkezine koymaktadır. “Anayasal demokrasi/Anayasal devlet” anlayışına göre devlet, kutsal bir varlık olarak değil; insani ve hukuki bir kurum, yani bir hizmet organizasyonu olarak örgütlenir. Meşruiyetini, insan haklarından, halkın egemenliğinden alan bu devlet biçiminde şeffaflık ve sivillik esastır. Bunun sağlanabilmesi için de, gerek devletin örgütlenmesinde, gerekse kamu kurum ve kuruluşlarının yapısının, işleyiş biçiminin ve hukukun oluşturulmasında yurttaşların; devletin asli üyesi olarak kamusal özerkliği ve birey olarak kişisel özerkliği ve yine devlet ile sivil toplum arasında aracılık yapan kamusal alanın bağımsız olması gerekir. Siyasal sistemler, anayasa olmaksızın, herhangi bir yasama organı ve hatta yargı organı olmaksızın, siyasal partiler olmaksızın öyle ya da böyle işleyebilirler. Ama devlet siyasasını oluşturan ve çalıştıran bir yürütme organı olmaksızın ayakta kalamazlar. Onun için siyasal bir sistemin veya bir devletin “olmaz ise olmaz” organı “yürütme organı”dır. Ne var ki, sadece yürütme organının var olduğu, yürütme organının hesap verebileceği seçilmiş bir yasama organının bulunmadığı bir siyasal sistem uzun süre ayakta kalamaz, kalsa da demokratik olmaz. Onun için bir sistem olarak demokrasinin merkezini seçimle gelen, meşruiyetini açık, özgür ve adil olarak yapılan seçimlerden alan yürütme erki oluşturur. Demokratik bir sistem içinde devletin siyasasını yürütmek, toplumun düzen ve istikrarını sağlamak yürütme erkinin görev, yetki ve sorumluluğu altındadır. Silahlı kuvvetler de, polis gücü de, bürokrasi de sivil yönetimin emrindedir ve ona bağlıdır. Peki! Yürütme erki ne ile bağlıdır? Anayasanın çizdiği sınırlarla, yani hukukla, evrensel hukukla bağlıdır. Esasen demokrasi ile anayasal demokrasi/anayasal devlet arasındaki gerilim veya gerginlik de buradadır. Demokrasi, iktidarın, çoğunluğun seçtiği tek elde toplanmasına izin ve olanak verirken, anayasal demokrasi, siyasi iktidarın birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması demek olan anayasacılığı ve buna hizmet eden kuvvetler ayrılığı ilkesini, yani anayasal devleti, yani sınırlı devleti öngörür. Yönetme yetkisini çoğunluğa verirken azınlığın haklarını korur, bu amaçla devlet iktidarının kullanılmasını sınırlandırır. Anayasal demokrasilerde, diğer bir deyişle anayasal bir devlette, temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda merkezi öneme sahip olan organ, “yargı organı”dır. Onun için yargının bağımsız ve tarafsız olması gerekir. Yargı bağımsızlığı ilkesi yargıçlara tanınmış bir ayrıcalık değil, onların tarafsızlığını sağlamanın aracıdır. Kişisel bir davranış ve hatta dürüstlük ilkesi olan tarafsızlık, siyasi sempati ve ideolojik eğilimlerin olmaması anlamına gelir. Kuvvetler ayrılığının uygulamasından ibaret bir anayasal ilke olan yargı bağımsızlığı, devletin üç temel organı olan yasama, yürütme ve yargı arasında kesin bir ayrımı gerektirir. Çatışan siyasal çıkarlar üzerinde etkili olan ve negatif yasa koyucu işleviyle iktidar kullanan anayasa yargısı, bu özelliği gereği hukuki olmaktan daha çok siyasi bir organdır. Demokrasinin karşısında değil, yanındadır ve hatta anayasal demokrasinin güvencesidir. Yine yasama ve yürütme başta olmak üzere diğer siyasal organların ve kurumların rakibi değil, aksine bunlarla birlikte siyasal işleyişin ve kuvvetler ayrılığının tamamlayıcı bir parçasıdır. Böyle bir demokratik işleyiş içerisinde kuvvetler ayrılığının konumlandığı ilke, kuvvetlerin birbirinden koparılması, ayrıştırılması, kuvvetlerin birbirleriyle yarıştırılması değil, kuvvetlerin paylaşılması yoluyla siyasi iktidarın sınırlandırılması ve bu suretle iktidarın kötüye kullanılmasını engelleyecek bir denetleme ve dengeleme mekanizmasının kurulmasını sağlamaktır. Özelde anayasa yargısının, genelde yargı erkinin anayasal demokrasilerdeki yeri, işlevi ve işleyiş şekli böyledir.  Türkiye’deki bir kısım görüşler yönünden ise durum bundan farklıdır. Bu bağlamda, klasik demokrasi anlayışından ve 1924 Anayasasından tevarüs eden ve egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu, milletin de bu egemenliğini seçilmiş temsilcileri, yani meclis eliyle kullandığını ileri süren ve özellikle de iktidar partisi tarafından benimsenen ve savunulan görüşe göre, Anayasa Mahkemesi, bürokratik bir vesayet organı konumundadır. Yine bu görüşü benimseyenlere göre, Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı yargısal denetim meclis çoğunluğunun iradesine karşı olmakla demokratik meşruiyet ilkesine aykırıdır. Duraksamadan işaret etmek gerekir ki, siyaset ve yargı alanındaki temsil, gerek nitelik, gerekse koşulları yönünden birbirlerinden farklıdır. Bu bağlamda siyasal temsil doğrudan seçim yoluyla gerçekleşirken, yargıda temsil, siyasal düzenin normatif temellerini ortaya çıkaran bir işlev görür. Bu işlevine bağlı olarak yargı erki de, siyasal sistemin dayandığı temele, yani halk egemenliğine dayanır. Onun için de halk adına karar verir. Şu kadar ki, mahkeme kararlarının temsil niteliği ve meşruluğu, siyasal temsilin kurallarından farklı olarak çoğunluğun görüşüne, değer yargılarına, toplum ve siyaset üzerindeki etkilerine göre değil, anayasaya ve hukuka uygun olup olmadığına göre değerlendirilir. O nedenle kaynağını ve meşruiyetini Anayasadan alan yargı erkinin bir parçası olan Anayasa Mahkemesi’nin bürokratik bir vesayet organı olarak kabul edilmesine ilişkin görüşler doğru olmadığı gibi, mahkemenin meşruiyetinin ve yetkisinin sorgulanması da doğru değildir. Ama bir o kadar da, meşruiyetini seçimden ve halkın iradesinden alan ve o nedenle yaptığı yasama tasarrufu seçime ve seçmen iradesine dayanan yasama organının, Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmek hakkına sahip olmaması gerektiğini savunmak da yanlıştır, dahası demokratik meşruiyet ilkesine aykırıdır. Bütün bu nedenlerle 5982 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile Anayasa’nın 146. maddesinde yapılan değişiklik, bu bağlamda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmek yetkisinin verilmiş olması demokratik meşruiyet ilkesine uygun olmakla yerinde olmuştur.  Kıta Avrupa’sında merkezileşmiş anayasa yargısı sisteminin uygulandığı ülkelerdeki, örneğin Almanya’da, İtalya’da, Avusturya’da, İspanya’da, Portekiz’de ki tercih ve düzenlemeler de bu şekildedir. Aynı şekilde kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulandığı ilk ülke olan ve bizde olduğu gibi kuvvetler ayrılığının yumuşatılmış şeklinin değil de en katı şeklinin uygulandığı Amerika Birleşik Devletleri’nde, Yüksek Mahkeme üyelerini yürütme erkinin başı olan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı ismen belirlemekte ve Amerikan Senatosu’nun onayına sunmaktadır. Yani yüksek mahkeme üyeliğine atama yapılmasıyla ilgili süreçte, hem yürütme erki ve hem de yasama organı yetkili ve görevlidir. Referandum sonucu yapılan değişiklikte bizce doğru olmayan husus, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aday göstermek yetkisinin Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu veya Genel Kurulu yerine, baro başkanlarına verilmiş olması ve daha da önemlisi, ikinci ve üçüncü oylamalarda birinci oylamada olduğu gibi nitelikli çoğunluğun öngörülmemiş olmasıdır. Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmek konusunda Cumhurbaşkanı’na tanınan doğrudan ve dolaylı yetkinin geniş tutulmuş olması da isabetli olmamıştır. Zira Cumhurbaşkanı’nın bu konudaki seçme yetkisi herhangi bir denetime tabi olmamakla, oluşturulan bu yapı demokratik değil, vesayetçi bir yapıdır ve bu yönüyle 1982 Anayasasının vesayetçi anlayışından çok da farklı değildir. 1982 Anayasası’nın anayasa değişikliği öncesindeki 159. maddesindeki Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumu ile ilgili düzenleme, anayasal demokrasilerde örneği olmayan bir düzenlemeydi. Yargıtay ve Danıştay üyelerinin Yüksek Kurul üyelerini, Yüksek Kurul üyelerinin ise Yargıtay ve Danıştay üyelerini seçtikleri bu düzenlemenin dayandığı model Anglo-Saksonların “kooptasyon” olarak isimlendirdikleri “kapalı kast” sistemidir. Gerek bu yönüyle, gerekse örneği diğer anayasal demokrasilerde olmayan biçimde Adalet Bakanlığı Müsteşarının da yer aldığı ve hatta Müsteşarın katılmaması durumunda toplanamamak gibi bir garabeti de taşıyan bu modeli daha fazla savunmak mümkün ve doğru değildi.  Gerek Avrupa Birliği kurum ve komisyonlarının Türkiye ile ilgili olarak hazırladıkları ilerleme ve istişare ziyaret raporlarında, gerekse Avrupa Yargıçları Danışma Konseyi’nin ve yine bir kısım hukukçularımızın ve siyasilerimizin görüş ve düşüncelerinde; bu modelin terk edilmesinin yanı sıra Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun, parlamentodaki iktidar çoğunluğu ile yürütme erkinden bağımsızlığını güvence altına alacak ve yine yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını etkileyecek ve engelleyecek her türden olumsuzluktan uzak olacak biçimde oluşması gerektiği belirtilmekte ve bütün bunların sağlanabilmesi için de sistem için bir tehdit niteliği taşıyan Adalet Bakanlığı’nın sistem içindeki etki ve işlevinin ortadan kaldırılması, bu bağlamda Hakimlerin Bağımsızlığına Dair Avrupa Konseyi Tavsiyesi’nin 1 (2) (C) ilkesi gereğince Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın kurulda yer almamalarını sağlayacak bir düzenleme yapılması, Cumhurbaşkanı’na kurula üye atama yetkisinin verilmemesi tavsiye edilmekte ve yine meslekte henüz kariyer aşamasında bulunan, bir gelecek inşa etme kaygısında ve beklentisinde olan ve o nedenle bağımsız davranması kendilerinden çok fazla beklenilmeyen hakim ve savcıların değil de, mesleklerinin deneyimli aşamalarında olan hakim ve savcıların kurula üye olarak seçilmelerinin daha uygun olacağı hususlarına yer verilmiştir. Yine 2009 tarihli Yargı Reformu Stratejisi’nde “Çağdaş hukuk düzeninde iddia ve karar makamları gerek usul hükümleri, gerekse yapısal olarak birbirlerinden ayrılmıştır. Bu ilke göz önüne alınarak denetim/teftiş sistemi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeniden yapılandırılmasına paralel olarak iddia ve karar makamlarının tek elde birleşmesini engelleyecek şekilde yeniden yapılandırılacaktır” denilmiştir.       Eleştiriler, tavsiyeler, öneriler, stratejik hedefler bu yönde olmasına karşın, Anayasa’nın 159. maddesinde yapılan değişikliklerin önemli bir kısmı aksi yönde olmuş, bu bağlamda Adalet Bakanı’nın ve Müsteşarının kuruldaki doğal üyelikleri korunmuştur. Adalet Bakanı’na bağlı Teftiş Kurulu muhafaza edilmiş, ayrıca oluşturulan bir diğer Teftiş Kurulu, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na bağlanmış, ancak Yüksek Kurulu temsil ile görevli ve yetkili kılınan Adalet Bakanı’nın, Adalet Müfettişlerini görevlendirme yetkisi ortadan kaldırılmamış, diğer bir deyişle soruşturma açmak yetkisi Adalet Bakanı’na bırakılmıştır. Yani iddia ve karar makamları dağıtılmamış, aksine tek elde toplanmıştır. Kanımca Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeniden yapılanmasıyla ilgili olarak yapılan bu değişiklikler, yargı bağımsızlığını ciddi şekilde zedeleyecek ve hatta tehdit edecek boyuttadır. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumuyla ilgili doğru tercih, Türkiye Barolar Birliği’nin 2007 yılında hazırladığı Anayasa Önerisi’nin 174 ve 175.maddelerinde yer alan ve Yüksek Kurulu, Hâkimler Yüksek Kurulu ile Savcılar Yüksek Kurulu biçiminde iki ayrı yapıda düzenleyen, Hâkimler Yüksek Kurulu’nun Başkanlığını Cumhurbaşkanlığı Yüksek Makamına, Savcılar Yüksek Kurulu Başkanlığını ise Adalet Bakanı’na tevdi eden modeldir. Yine bu modelde yargının kurucu unsuru olan savunmanın temsilcisi avukatlara her iki kurulda da yer verilmiştir. Doğru model budur, zira hâkimlik ve savcılık birbirlerinden farklı olan iki ayrı meslek olmakla, bu mesleklerin özlük işleri ile ilgili kurulların da iki ayrı yapıda örgütlenmesi gerekir. Dahası, “silahların eşitliği”, yani iddia ve savunma makamlarının eşit konumda bulunmaları ilkesi de bunu gerektirir. Dahası Yüksek Kurulun, kıta Avrupa’sındaki ve dünyanın diğer demokratik ülkelerindeki oluşum biçimi de Barolar Birliği’nin önerdiği modele benzerlik göstermektedir. Nitekim en son olarak Fransızlar, anayasalarında 21 Temmuz 2008 tarihinde yaptıkları, ancak uyum yasalarını henüz çıkaramadıkları için yürürlüğe koyamadıkları değişiklikle, kendi Yüksek Kurulları’nı, Hâkimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu olarak iki ayrı yapıda düzenlemişler, Hâkimler Kurulu Başkanlığını Yargıtay Başkanına, Savcılar Kurulu Başkanlığını ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na tevdi etmişlerdir.

Şatana: Kenan Evren ve diğer komutanlar hakkında dava açılırsa zaman aşımından bu davalar düşer mi?

Coşar: İnsanlığa karşı işlenen suçlarda kural olarak zamanaşımı olmaz. İşkence gibi suçlarda o nedenle zamanaşımı yoktur. Kenan Evren başta olmak üzere diğerlerinin bu nitelikteki uygulamaların doğrudan doğruya veya dolayısıyla ne kadar içinde olduklarını bilmiyorum. Böyle bir durum yok ise, pozitif hukuktaki düzenlemeye göre zamanaşımı süresinin dolduğunu söylemek gerekir. Ama bundan bağımsız olarak 12 Eylül döneminde Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar olsun, başka cezaevlerinde yapılanlar olsun, 12 Eylül öncesinde ihtilale zemin hazırlamak için yapılanlar olsun, 18 yaşını ikmal etmemiş olan Erdal Eren’in idamı olsun, bütün bunlar 12 Eylül’ün utancıdır. İnsan olarak bizim utancımızdır, Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin utancıdır. Utancıdır, zira o hapishanelere götürülen insanların yaşamları da, insanlık onurları da, kişilikleri de, kimlikleri de devlete emanet edilmişti. Devlet onlara sahip olmalıydı, ama sahip olamadı. Sahip olamamak bir yana bir kısmını yok etti, neredeyse tamamının insanlık onurlarıyla, kişilikleriyle oynadı. Keşke bunlar yaşanmasaydı, bu topraklarda tarih başka türlü yazılsaydı ve de biz bugün böylesine utanmasaydık. Ama yaşananlar yaşanmış ve tarihteki yerini almış olmakla, bu artık mümkün değildir. Yaşananları yaşanmamış saymak, yadsımak, yaşananların üzerini örtmek ise hiç, ama hiç mümkün değildir.  Bu durumda yapılacak ilk şey bunlardan ders almak, dersler çıkarmaktır. Yapılacak ikinci şey ise bu utançtan kurtulmak, biraz da olsa temizlenmek, arınmak ve hesaplaşmak için önce bu utançla, yani 12 Eylül döneminde Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde veya başka cezaevlerinde yaşanan gerçeklerle, askeri darbeye zemin hazırlayan tertiplerle, Maraş ve Çorum’daki katliamlarla ve hatta 90’lı yıllarda yapılanlarla, yaşananlarla, yani faili meçhullerle, Doğuda, Güneydoğuda terörle mücadele adı altında yapılanlarla, yakılan ormanlarla, Susurluk ile, 28 Şubat ile yüzleşmek gerekir. Yüzleşmemiz gerekir. Zira gerçekler belki insanın canını acıtır, ama yalanlardan her zaman daha iyidir ve daha çok işe yarar. Ama sadece yüzleşmek yetmez. Özür de dilemek gerekir. Sadece sözcüklerle değil, eylemli olarak özür dilemek, devletin özür dilemesi gerekir. Bütün bunlar için Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bir meclis araştırması yapılması, bunların aydınlatılması, faillerinin tespit ve teşhis edilmesi, bütün bunları yapanların yargılanmaları ve teşhir edilmeleri gerekir.

Şatana: Halkın yüksek desteği ile iktidara gelmiş olan rahmetli Başbakan Adnan Menderes’in ve ayrıca politik görüşleri sebebiyle Deniz Gezmiş ve Mustafa Pehlivanoğlu’nun idam edilmelerini  ne kadar doğru buluyorsunuz?

Coşar: İdam cezasına ilke olarak karşıyım. Bundan bağımsız olarak Menderes ve arkadaşları ile Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının haklarında verilen mahkûmiyet kararları Türkiye’nin, Türkiye hukuk ve siyasi tarihinin ayıplarındandır. Dünyada başbakanını idam eden iki ülke var, birisi Pakistan, diğeri de Türkiye. Bu siyasal ayıbımız. Yine Menderes ve arkadaşlarının yargılanmaları, yani Yassıada Mahkemelerinin oluşum tarzı temel ve evrensel bir hukuk ilkesi olan “doğal yargıç/tabii hâkim” ilkesine aykırı. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmaları da aynı şekilde “doğal yargıç/tabii hâkim” ilkesine aykırı. Yine “amaç/araç” dengesi veya ilişkisi yönünden bakıldığında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının eski Ceza Kanunu’nun 146.maddesindeki idam cezasını gerektiren eylemlerinde, belki amaç unsuru vardı, ama araç unsuru yoktu. Yani Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ellerindeki araçlar amaçlarını gerçekleştirmeye elverişli değildi. Sonuç itibarı ile gerek Menderes ve arkadaşlarının, gerekse Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının haklarında verilen kararları hukuki bulmak, adil bulmak mümkün değildir. Esasen kamuoyu da adil ve hukuki bulmadığı için, bu yargılamalardan ve verilen kararlardan dolayı kamu vicdanı tatmin de olmamıştır.     Şatana: Son günlerde halk tarafından farklı tepkilerle karşılanan “içki yasağı” için düşünceleriniz nelerdir? Sizce böyle bir madde değişikliği halk üzerinde baskı yapmak olarak nitelendirilebilinir mi? Yoksa Dünya Sağlık Örgütü gibi yüksek mercilerin de uyguladığı, tamamen gençlerin sağlığını koruma amaçlı önlem olarak mı görülür?

Coşar: Anayasanızın 58.maddesi hükmüne göre gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden korumak için gerekli önlemleri almak devletin anayasal görevi. Bununla ilgili önlemleri almak ayrı bir şey, içki içmeyi yasaklamak ayrı bir şeydir. İkisini birbirine karıştırmamak, ölçüyü kaçırmamak, aradaki sınırı iyi belirlemek gençleri alkol düşkünlüğünden kurtarmak gerekçesiyle özel hayata, bireylerin seçme özgürlüğüne müdahale etmemek gerekir.

Şatana:  Biraz da terör hakkında ki düşüncelerinizi almak isterim. Malum Ergenekon, KCK ve Balyoz davaları için yaptığınız açıklamalarda tutukluluğun infaza dönüşmemesi gerektiğini açıkladınız. Böyle düşünmenizin sebebini hukuki ve siyasi açıdan açıklar mısınız?
Coşar: Her üç davanın da bizi ilgilendiren yönü bu davaların niteliğinden, suçlanan kişilerin konumundan daha çok, insan hakları kapsamında bulunan adil yargılanma hakkı ve hukuk güvenliği ilkesidir. Her üç davaya da bu yönlerden bakıldığında şunları söylemek gerekir:  Evrensel ceza yargılaması ilkeleri bağlamında ve “masumiyet karinesi” uyarınca tutuklama, ceza niteliğinde olmayan, asıl değil, istisnai olan, sadece “son çare” olarak başvurulması ve mutlak surette “makul sürede” sona erdirilmesi gereken bir tedbirdir. Yine ceza yargılamasında esas olan ilkelerden bir diğeri de  “gerekenden daha değerli bir aracın kullanılmaması”dır. Buna göre bir araç, bir tedbir olan tutuklama, en değerli amaç olan insan özgürlüğünü korumanın önüne geçemeyeceği gibi, yurt dışına çıkma yasağı ya da diğer başka adli kontrol araçları gibi daha az değerli bir araçla amacın sağlanmasının mümkün olduğu durumlarda başvurulacak bir yöntem de değildir. CMK’nın 100/3.maddesinde sıralanan katalog suçlarla ilgili tutuklamalarda, her ne kadar diğer tutuklama nedenlerinden farklı olarak; kaçma, kanıtları yok etme veya karartma, tanıklar üzerinde baskı kurma gibi kuşkular aranmamakta, şüphelilerin/sanıkların serbest bırakıldıkları takdirde kaçacakları veya kanıtları karartacakları varsayılmakta ise de, bu varsayım ile bu varsayıma dayalı olarak tutuklama kararı verilmesi ceza hukukunun temel ilkelerine olduğu kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu konudaki kararlarına da aykırıdır. Yargılamanın tutuksuz olarak yapılmasını esas alan, bu bağlamda tutuklamanın istisnai bir tedbir olduğunu kabul eden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre, tutukluluğun devamı veya tutukluluk kararı verilmesi için makul bir kuşkunun varlığının yanı sıra kaçma, kanıtları karartma, yeni bir suç işleme gibi olguların bulunması, bunların ciddi kanıtlara dayanması gerekir. Aksine uygulama Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5/3.maddesi hükmüne aykırıdır.  Yine ve bütün bu durumlardan bağımsız olarak, tutukluluğun makul bir süreyi aşmaması, koruma önlemi olmaktan çıkarak cezaya ya da infaza dönüşmemesi gerekir. Savunma makamı, iddia ve hükümle birlikte yargının adil yargılanma ve hak arama özgürlüğünün kurucu unsurlarındandır. Bu bağlamda savunma, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/b-c maddesi ve Anayasamızın 36/1.maddesi gereğince adil yargılanma hakkının ve hak arama özgürlüğünün vazgeçilmez bir unsuru değil, aynı zamanda yargılama faaliyetini demokratikleştiren bir hak ve özgürlüktür. O nedenle savunma hakkına saygı ve özen gösterilmeden yapılan her türlü yargılama demokratik olmadığı gibi adil de değildir. Bu bağlamda bir şeye daha işaret etmek, vicdan adına bir şey daha söylemek gerekir. O da şu; sadece bu davalar yönünden şikâyetçi olmamak, suçları her ne olursa olsun aynı konumda olan başkaları için, başka davalar için de aynı şeyleri söylemek, bu konuda bizden sizde ayrımı yapmadan, çifte standart uygulamadan bunların hepsine aynı noktada durarak yaklaşmak gerekir.

Şatana: KCK’da yapılan savunmalarda Kürtçe savunma yapmalarını doğru bulmanızın sebebini biraz açar mısınız? Sonuçta Türkiye’de yaşıyoruz ve resmi dilimiz Anayasa’mızın da belirttiği üzere Türkçe’dir. Bu konuda ki görüşlerinizi merak ediyorum.

Coşar: Resmi dilimizin Türkçe olması ile KCK davası sanıklarının/şüphelilerinin savunmalarını Kürtçe yapmak istemeleri arasında bir ilişki yoktur. Burada farklı bir durum var. O da şu; şüpheli/sanık konumunda bulunan ve savunmasını daha iyi bildiği ana dili olan Kürtçe ile yapma talep ve iradesini mahkemeye bildiren KCK davası şüphelilerinin/sanıklarının savunmalarını – saikleri sorgulanmaksızın – kendi ana dillerinde yapmaları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/3.maddesinin (a-e) fıkralarında düzenlenen adil yargılanma hakkı kapsamında olmakla mahkeme tarafından bu hakka saygı gösterilmesi, bu hakkın kullanılmasına olanak sağlanması gerekir. Yaptığım basın açıklamasında benim söylediğim bu. Ben bu açıklamam da Kürtçe resmi dil olsun, Türkçe’nin yanı sıra Kürtçe de yargılama dili olsun demedim. Sadece bir hakka, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası bir sözleşmede uymayı taahhüt ettiği adil yargılanma hakkına uyulması gerektiğine işaret ettim. Siyaseten değil, hukukçu olarak bunu söylemek durumunda olduğum için söyledim.

Şatana: Son günlerin gündem konularından biri de Torba Anayasa. Bu uygulama ve yapılan değişimler hakkında ki fikirleriniz nelerdir?

Coşar: Torba Yasa olarak isimlendirilen  “6111 No’lu Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu Ve Diğer Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” aslında kamu alacakları ile sigorta prim borçlarını yeniden yapılandırmak amacına yönelikti. Ama daha sonra değişik kurum ve kuruluşlardan gelen taleplere bağlı olarak – ki bunlara Türkiye Barolar Birliği de dâhildir – kanunun kapsamı genişledi ve bu suretle torba olmaktan çıktı çuval oldu. Devletin hem gelir elde etmek için, hem de mevcut ihtilafları bitirmek için böyle bir düzenlemeye ihtiyacı vardı. Yapıldı. İş dünyasını rahatlattı denilebilir.  Bu bir nevi mali aftır. Doğru mu? Yanlış. Hukuk devletinde af olmaz zira. Kanun değişikliklerinin bu şekilde torba halinde yapılması da kanun yapma tekniğine aykırı. Bu eleştiriler bir yana pek çok konuda rahatlama getiren düzenlemeleri, biz avukatların kimi düzenlemeleri içerdiği için belki duygusal değerlendirmiş olabilirim ama ben genel olarak olumlu buluyorum. Örneğin bu kanun ile avukat stajyerleri sosyal güvenlik şemsiyesi altına alındı. Bu, Türkiye Barolar Birliği olarak bizim yıllardan bu yana gerçekleşmesini hayal ettiğimiz bir şeydi, sosyal devlet olmanın gereği idi ve gerçek oldu. Tahsil etmekte zorlandığımız borçluları meslektaşımız olduğu için icra takibine de konu yapamadığımız staj kredi alacakları da yeniden yapılandırıldı. Daha önceki düzenlemeye göre avukat büroları Belediyelerden işyeri açma ve çalışma ruhsatı almak zorundaydı ve bu uygulamada pek çok sorun yaratıyordu. Torba Kanun ile 14.6.1989 tarihli ve 3572 sayılı İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair Kanunun 2. maddesinde yapılan değişiklikle bu sorun aşıldı.

Leave a Reply