İbrahim’in Onuru ve CHP’nin Vaatleri

“’Sözüm söz, Orta Doğu’ya barışı getireceğiz. Hiçbir ülkenin iç işine karışmayacağız. Suriyeli kardeşlerimizi de geri göndereceğiz. ‘Kusura bakma’ diyeceğiz. Git kendi ülkene. Her insan doğduğu toprakta mutlu olur. Oraya birileri silah gönderdi, biz dostluğumuzu, kardeşliğimizi göndereceğiz. Biz onların akrabalarıyız, beraber oturup konuşacağız. Ülkelerindeki sorunları beraber çözeceğiz.”

Kemal Kılıçdaroğlu

 

Belki de partilerin 7 Haziran’daki seçimler için sunduğu vaatler arasında en çarpıcı olanı buydu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yukarıdaki sözleri bu hafta CHP Mersin Milletvekili Adayları Tanıtım Toplantısında sarf ederek, bir anda gündemde önemli bir yer teşkil etti.

Tabi bu vaadin bana göre “çarpıcı” olması, Kılıçdaroğlu’nun sahip olduğu bol tıngırtı çıkartan özgüveninden kaynaklanmıyor. Aksine bunu çarpıcı kılan şey, kendisinin artık Türkiye’de bu vaadi yerine getirmesinde yardımcı olacak binlerce kişinin yaşadığını fark etmiş olması ve buna göre de oldukça ayağı yere basar gibi gözüken tavrı.

Geldiklerinden beri üzerlerine atılmayan iftira, yapılmayan yaftalama kalmayan ve de ülkenin neredeyse tamamında bazı kimseler tarafından “safi kötülük” (pure evil) olarak algılanan Suriyeli mülteciler, artık kaçınılmaz olarak Türkiye’nin bir unsuru oldu. Orta Doğu gibi bir bölgede aksi düşünülemese bile, dış politikanın bir sorunu gittikçe iç politikanın bir meselesi haline geldi.

Bu manzaraya artık alışkın hale geldik.

 

Bu meseleye homurdanarak, “ekmeğimizi elimizden alıyorlar” diyerek ve mültecileri “potansiyel terörist” gözüyle değerlendirerek menfi tavır sergileyenleri mutlu etmek istercesine Kılıçdaroğlu’nun bu “kökten çözümcü” tavrı, AK Parti hükümetinin “açık kapı” politikasındaki hatalardan hiç şüphesiz daha da yüz kızartıcı.

Evet, hükümetin mültecilere yönelik açık kapı politikasında realist davranmadığı, fazla duygusal bir tutum izlediğine dair değerlendirmelerin haklılık payı vardır; ancak realist politika izleyeceğim diye söz verirken böylesine vicdan yoksunu bir vaatte bulunmak realizm olmasa gerek. Kenneth Waltz mezarında ters dönse, John Mearsheimer bütün kitaplarını cayır cayır yaksa haktır. (Gerçek realizm bu değil.)

Daha önce de Suriyeli mültecileri ülkeye alanları “vatan hainliği” yaftası yapıştıran ana muhalefet liderinin, bir ülkenin iç işlerine karışmanın da ne demek olduğunu bilmediği apaçık. Bugün TİKA, AFAD ve MİT gibi bazı kurumlar vasıtasıyla Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de ve Libya’da olanlara Türkiye eğer müdahale etmeseydi, bu boşluğu illa ki başka ülkeler dolduracak ve kaos şüphesiz daha da körüklenecekti. Bu ülkelerden kastımın ne olduğunu anlamak da çok zor olmasa gerek.

Bir ülkedeki zulmü durdurmak adına insani faaliyetleriyle elinden geleni yapan, ama az ama çok hatalı da olsa mazlum insanlara kapılarını açan hükümeti, ülkelerin içişlerine karıştı diyerek ve de realist/gerçekçi olmamakla suçlayan Kılıçdaroğlu’nun mültecileri geri gönderdikten sonra Orta Doğu’ya barışı getireceğini söylemesi ise oldukça realist (!) duruyor. Bataklık gibi gördüğünü ifade ettiği bu kadim topraklara hangi barışı hangi realist bakış açısıyla getirecek, bunu bir üniversite öğrencisi olarak cidden duymak isterim.

Mültecileri geri gönderdiği zaman, savaşın ortasında kalan insanların kendisiyle hangi sebeple diyalog kuracağını, hangi sebeple kendisini “akraba” göreceğini, mesela İbrahim’in onurunu nasıl sağlam tutacağını elbette sormak gerekiyor.

Bir de tabi, “geldikleri gibi giderler” lafını niye bu kadar tersinden anladığını.

 

İbrahim kim diyenlere: http://onedio.com/haber/suriyeli-ibrahim-benim-onurum-her-seyden-once-gelir–491585

 

 

Leave a Reply

4 comments

  1. Ahmet Kayacan

    Sayın yazar,
    Öncelikle yazınız için teşekkürler. Söylediğiniz gibi Kılıçdaroğlu’nun bu konudaki vaatlerinin hiçbir tutarlılığı yok. Fakat üniversite öğrencisi genç bir arkadaşımız ve geleceğin bir aydın adayı olarak sizin tutumunuz ne kadar doğru? Merak edip diğer yazılarınıza da baktım, Orta Doğu üzerine birçok yazı yazmışsınız. Fakat yazılarınızın hepsi bir akademisyenin veya bir araştırmacının takınması gereken objektif tavırdan çok uzak ve buram buram ideolojiyle örülü. Kılıçdaroğlu’nun Suriye politikası ne kadar yanlışssa, Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun Suriye politikası da o kadar yanlış. Bu yazınızda bile Kılıçdaroğlu’nun hatalı olduğu noktaları çok güzel bir şekilde açıklarken, hükümetin yanlışlarına değinmiyor ve tolere edilebilir görüyorsunuz. Umarım devam etmeyi düşündüğünüz akademisyenlik hayatınızda ideolojinizden sıyrılır ve daha tutarlı ve mantıklı yazılar yazarsınız. Aksi takdirde Bilkent gibi bir üniversitede geçirdiğiniz yılları israf etmiş olursunuz. Orta Doğu coğrafyasına en büyük kötülüğü yapan at gözlüklü akademisyen kadrosuna dahil olmamanız dileklerimle…

  2. Fatih Şemsettin Işık

    Merhabalar,

    Öncelikle yorumunuz için teşekkürler. Aslında kendime ve zihin dünyama uygun bir ideolojiye sahip olmadığımı düşünüyorum, düşünmekle beraber istiyorum da. Çünkü ideoloji dediğimiz şeyin bu kadar hayatımıza, fikriyatımıza dahil olmasını ve bu dünyada herhangi bir yönetim şeklini merkeze alarak ideal bir pozisyona sürüklemesini istemiyorum.

    Bununla beraber (Elhamdülillah) Müslüman olduğumu ve elbette olması gerektiğini düşündüğüm bir dünya hayatını zihnimde barındırdığımı söyleyebilirim. Bu sahip olduğum şeye ideoloji veya bu tutumuma ideolojik tavır denir mi orası ayrı. Ancak zihnim beni yanıltmıyorsa bu soruya müsterih şekilde hayır cevabını verebiliyorum.

    Gelelim Kılıçdaroğlu’ndan bahsederken AK Parti’yi neden eleştirmediğim meselesine. Bir köşe yazısını yazarken veya bırakın bir köşe yazısını, siyasi meselelere dair herhangi bir değerlendirmede bulunurken neden tek bir konudan bahsetmek arızalı olsun? Gördüğüm bir yanlışı söylemem için illa “öteki” yanlışları söylemek zorunda mıyım? Bu beni at gözlüklü yapmaz, sadece meseleye odaklanırım hepsi bu. At gözlüğüne sahip olma durumu ancak ortada incelenecek iki durum varken birini sürekli yerip diğerini göklere çıkarmam durumunda mesela geçerli olabilir. Fakat benim yazımda amacım zaten Kılıçdaroğlu’nu eleştirmek. AK Parti’yi eleştirmek, ayrı yazıların bir meselesi olabilir.

    İdeoloji dediğimiz şeye tekrar dönelim. İdeoloji, sizi tutarsız yapmaz. Tam tersine, inanılmaz bir tutarlılık bahşeder ve siz, adeta yaşadığınız zihinsel veya fiziksel bir sorunda tek bir eczaneden ilacınızı temin eder gibi hep aynı çerçeveden meseleleri halledebileceğinizi düşünürsünüz. Bunda ideoloji dediğimiz şeyin temelinde yatan aydınlanma fikrinin kendisine zıt olan herhangi bir fikri “kurnazca” bünyesine dahil etmesi de bir sebeptir.

    Fakat ben bir Müslüman olarak, Sartre’dan alıntı yapalım, “çelişkiler yumağında” olduğumu düşünüyorum ve zihnimi sürekli hakikati bulmak adına ve de çelişkilerimi Allah’ın rızası adına gidermek uğruna çalıştırıyorum. Belki de bu yüzden ideoloji dediğim şeyden uzaktayım.

    Geleceğin bir akademisyeni olarak, benim işim ideolojik bir tavırdan uzakta yalnız ilim olacak merak etmeyin. Nitekim ilim (ilmek, bilmek, ilgi, bilgi) dediğimiz şey de, Arapça köken itibariyle işaretleri birleştirip nihai bir şeye ulaşmak demek değil midir?

    Vesselam.

  3. Ahmet Kayacan

    Mevzuyu anlamadınız sanırım. Size bu yazıda illa ki Ak Parti’yi de eleştirin demiyorum ki. Dediğiniz gibi ayrı bir yazıda da onu yazın. İsterseniz geçmişinize bir bakın; böyle bir şey yapmış mısınız? Hep karşı tarafı eleştirip “bizimkiler daha küçük babası” tavrı olsa olsa ikiyüzlülük olabilir. Zaten bu ikiyüzlülüğü her görüşe ait yazarlar yapıyor. Ayırmıyorum yani. Ama siz Bilkentlisiniz. Bari siz yapmayın.

  4. Fatih Şemsettin Işık

    Tekrardan merhabalar,

    Ben mevzuyu anladım anlamasına merak etmeyin. Bana dolaylı yoldan “iki yüzlü” olduğumu söylüyorsunuz. Ben de bu “iki yüzlülüğümün” size ait bir halüsinasyon olduğunu size, biraz ideoloji üzerinden (ne de olsa ideolojik bir tavırdan söz ediyoruz burada öyle değil mi?) mevzu bahis açarak göstermek istedim. Ben sizin tavrınızı anladım ama sanırım siz biraz anlamakta zorlanmışsınız. İdeoloji kavramına dair bir şeyler okumak sanırım işinizi kolaylaştırır. Doğu-Batı dergisinin İdeolojiler başlıklı 28-29-30-31 numaralı sayılarını okumanızı tavsiye etmekten başka size önerebileceğim bir şey yok.

    Bir de tabi, geçmişime bakma mevzusu var. “Siyasilerin Gözünde Tarihin Yazgısı” “Globalleşen Kaygılar ve Türkiye’deki Müslümanlar” “Kral Öldü, Yaşasın Reel Politik” “Tezkere’nin Getirdikleri” başlıklı yazılarım ve “Uzmanları için (!) Suriye’ye Giriş” yazımın son paragrafına bakacak olursanız “bizimkiler daha küçük babası” tavrına sahip olmadığımı görebilirsiniz. Gerçi tanımadığınız etmediğiniz, yalnız üstün körü bir iki okuma yaptığınız bir kaleme böylesine tuhaf yaftalamalar yapıştıran birisine bu kadar lafı anlatmak bile amacına ulaşması bakımından şüphe içeriyor ama biz yine de vazifemizi yapalım.

    Karşı tarafın dediğinizi anlayıp cevaben sizin anlayamayabileceğiniz şeyler de söyleyebildiğini hesaba katacağınız günler dilerim,

    Vesselam.