“Kötü bir barış, iyi bir savaştan daha iyidir.”
Sergeyeviç Puşkin
Yazının başlığı okunduğunda, “Tipik bir ‘vicdan yazısı’ işte.”, denilip geçilebilir. “Zaten kalemi eline alan, bu palavraları atmakta pek mahir.” diye düşünenler de olabilir. Belki bizzat bu satırları yazan da böyle düşündü, bir ütopyaydı belki de. “Eee o zaman, ne anlatmak isteniyor, neden vaktimizi çalıyor bu yazar olduğunu sanan zât!” sitemini duyar gibiyim. Bu siteme politika birimi yazarına yaraşır bir cevap verebilirim: Çünkü bazı sözlerin söylenmesi için, bazı mevzuların kaleme alınması için herhangi bir belirli, somut sebebe gerek yoktur. Bu mevzular, insanoğlu var olduğu müddetçe, ihtiyacı derinden hissedilecek ve her an yenilenmesi gerekecek mevzulardır.
Beklenmedik bir girizgâhtan sonra yazının esasına dönmek icab ediyor. Yazının esası, başlıktan da anlaşılacağı üzere, -tanımlamama göre- ekmek ve su kadar muhtaç olduğumuz barış. İnsanoğlunun kıymetini her defasında geç fark ettiği barışı idrak edebilmek ve benimsemek, beraberinde getirdiği güç sorumluluklardan dolayı kolayca kaybedilmektedir.
Barış, temelinde uzlaşıyı barındırdığından gerektiğinde insanın kendisine ait bazı şeylerden vazgeçebilme erdemini gösterebilme cesaretini gerektirir. Barış anlamına gelen Arapça “sulh” kelimesinin bir mânâsı da uzlaşmadır. Uzlaşmak için insandaki temel özelliklerden birisi olan bencillik, enaniyet veya ego dediğimiz bu hissin törpülenmesi şarttır. Bu necis duyguların uzantısı olan kibir, barışın yani sulhun en büyük düşmanı olagelmiştir. Nitekim kâinattaki savaşların büyük bir kısmı, büyüklenmeden dolayı ortaya çıkmıyor mu? Büyüklük yarıştırmacılarla, yeryüzünde fesatın bini bir para olmuyor mu?
Evet, barış için slogancılıktan ziyâde fedakârlık gerekmektedir. Vakti geldiğinde; insanın hoşuna gitmeyen hadiseleri onaylaması gerekebilir. İnsan, kafasına uymayan şeyleri sineye çekerek barışı tercih etmesi gereken durumlarla karşı karşıya kalabilir. Çıkmazı da işte bu noktadır. Toplumun emniyeti için bazı arzuları dizginlemek yani taviz gerekir. Fakat insan, o insandır ki nankörlük ve bencillik deryasında zâlim ve cahil sıfatlarına mündemiçtir.
Tespit güzel. Herkes mutabık. Lâkin iş icraate gelince ağababalar, karıncaya (karınca derken, kâinatta fiziksel olarak kapladığı yerden bahsediyorum, beni mazur görsün) dönüyor. Barış, bir inşâ ameliyesidir, yani yapmaktır. Savaş ise; bir inşâ değil, bir tahriptir. Arapça tahrip kelimesinin kökeni ise, harpten gelmektedir. Harp kelimesi de savaş anlamına geliyor. “Yıkmak kolay, yapmak ise bir hayli zordur.” kaidesi, bu noktada da kendini gösteriyor. İcracılar, yıkıcılarla aleni bir mücadele hâlinde seyretmeye devam ediyorlar.
Peki ya barış ne zaman? Barış, bizden olmayanın da bizim kadar yaşama hakkı, bizim kadar özgürlük ve bizim kadar güzelliklere sahip olması gerektiğini idrak edebildiğimiz zaman gelecektir. Barış, insanlık için bir umut ve ufuktur. Bu umudumuzu kaybetmeden, sadece bir insan hayatının bile çok değerli olduğu gerçeğini zihnimize kazıyarak ye’sin karanlık kuyularından uzak duracağız. Evet, barış için önce kendimizden başlayıp, işe koyulmalıyız. Zaten dinlerin de birçoğunda “Kendin için istediğini bir başkası için istemek” çok önem arz eden bir düstur değil mi?
“Sulh hayırdır (elbette daha hayırlıdır.)” Nisa 4/128