Her olgu her kavram en temelde etimolojik olarak incelenmeli ve ortak bir anlamda uzlaşılarak devam edilmelidir. Sol literatürde temel kavramlardaki anlam belirsizliğinin netleştirilmesi için uzlaşılan noktalar üzerinden genel bir tanım derlemesi yapmak gerekir. Örgütün ve örgütlülüğün yanlış anlaşılmasının sonuçlarının doğru tespit edilmesi için örgüt tanımını yeniden yapmak gerekmektedir. Bu bakış açısıyla yola çıkarak örgüt kavramını ele alacak olursak en basit tanımıyla merkezinde, saptanmış ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelmiş insanlar bulunan, mali ve maddi kaynaklar ile donatılan ve hukuksal bağlarla da hiyerarşik ilişkileri saptanan canlı, dinamik, sosyal bir yapı, bir sistemdir. Burada dikkat edilmesi gereken iki temel nokta vardır. Örgütün bir sistem olması ve örgütlülüğün de doğalında gelişen bir sistemlilik olmasıdır. Sistemlilikten kasıt günün yirmi dört saatinin planlanmasından tutalım, yaşamın şekillendiği örgütün ortak amacının gerçekçiliğinin sorgulanmasına kadar her şeyi kapsar.
Anlık tepkilerden ya da bölünmelerden doğan, sorunun kaynağından (ezilen halk.- işçi sermaye çelişkisi) teori yönünden ayrıldığını söyleyen veya pratikte kendini var ettiğini düşünen ve bunu kendi yarattıkları teoriyle desteklemek isteyen gruplar örgüt kurma algısına kapılırlar. Örgütlerin kurulması gayet doğaldır ki bu yaşamın her alanında kooperatif bir yapıyla gerçekleştirilen bir sistemdir. Ancak günümüz örgüt algısında devrim iddiasıyla çıkan amaç olarak devrimi hazırlayan(örgütleyen) toplamlardan bahsediliyor. Bu tür bir algıya sahip olan toplamlar olayın ciddiyetinin farkında olmayan sistemi yıkmaya çalışırken sisteme bireyleri bilinçsizce daha fazla entegre eden yapılar haline dönüşürler. Bireylerin bu durumun farkında olup olmaması, rahatsızlık duyup duymaması başka bir tartışma konusudur. Ancak yine de can alıcı noktalardan biri de bireyin tutumudur. Sistemin dayattığı bireyciliği, yalnızlaşmayı derinlikli yaşayan bireyler toplumsal yapıya entegre olacağını düşündüğü bu toplamlara yönelmektedir. İnsanın doğasında olan toplumsal yapı bu topluluklar tarafından bilinçsizce karşılanıp, ne yazık ki sosyal ortamın ötesine geçememektedir. Görece bazı konulara daha duyarlı olan bireylerin oluşturduğu arkadaş grupları olan bu toplamlar devrimci yapıdan oldukça uzaktadır. Devrim ve devrimcilik sosyal arkadaşlık üzerine kurulu toplumsal alanların üzerinde olan olgulardır.
Devrim kelime anlamıyla devirmek eyleminin isim bulmuş halidir. Var olan düzenin yıkılıp yerine yenisinin inşa edilmesi olarak tanımlanabilir. Bu tanıma göre Hitler’den Erdoğan’a Bonapartizimden nasyonel sosyalizme kadar her olgu devrimci niteliğe sahiptir. Oysaki sol literatürde devrim ve devrimcilik bundan daha farklı bir algıya sahiptir. Devrim insanın varoluşuna doğanın dayattığı gerçekliğin sistemler vasıtasıyla çalınmış olanın geri alınması sürecidir. Devrimci ise bu amaç doğrultusunda hayatını bu yolda yürümeye aday gösteren bireydir. Devrimcilik olunan değil kısacası yaşanan bir olgudur. Devrim yapma amacı olduğunu söyleyen bireyler tarihe müdahale ederek gerçekleştirmeleri gereken veya büyütecekleri devrim süreçlerini yarı zamanlı devrimcilikle gerçekleştiremeyecekleri aşikardır. Burada her şeyden önce mevcut durum tespitinin yapılması elzemdir. Günümüz toplumunda sistem dediğimiz daha küçültüp devlete indirgediğimiz yapıların; maliyesi, bürokrasisi, askeriyesi, karşımızda dururken bu yapılar bir araya toplanmış topluluktan ötesi değildir. Aksini iddia etmek komiktir. Gençliğin kendi çapında(canı sıkıldığında, boş vakitlerinde) bir şeyler yapmak isteyen bin, beş bin, on bin, belki yüz bin kişinin bilinçsiz, hazırlıksız, stratejiden ve taktik zekâdan yoksun bu yapay, anlık bir balon gibi yükselip sönen örgütlerde yer alması ne kadar doğrudur. Bireyin profesyonel devrimci mücadele potansiyelini sönümlendiren sisteme entegre eden yapılardan öteye geçemeyen bu toplamlar, kendine toplumsallaştırdığı bireyler üzerinde kısa zamanda örgüt algısının, yoldaşlık ilişkilerinin yanlış yönlendirilmesi sonucu âdeta bireylerin potansiyelini söndürmeyi misyon edinmiş durumdadırlar.
Belirli bir süre sonra bireyin örgütlü yerine örgütçü haline geldiği bir ortamda sorgulama süreci kapanır. Gerçek devrimci grupların dâhi oportinist, reformist olduğu fikrine inanmaya zorlanan bireylerin devrimde aktif rol oynama potansiyellerine ket vurulmuş olur.
Genellikle başka topluluklardan belirli bir bilgi birikimiyle gelen bireylerin örgüt kurma algısı bu topluluklar kurulduktan sonra gizli bir iktidarcı yapıya dönüşür. Her karar ve ortamda etkisi gerektiği ölçüde hissedilir. Bu kimi zaman ödenen bedel üzerinden kimi zaman sahip olduğu bilgiye yorulur oysa olayın altında iktidarcı bir zihniyet vardır ve parçalanması gerekir. Bireyin o konumda nasıl olduğu neden daha önceki örgütlerden veya topluluklardan koptuğu sorgulanmaz. Kısaca bu toplamlar genç örgütçülerin nesne konumuna düştüğü karar aşamasında çok da aktif olmadığı biat kültürünün ilk aşamalarına evrildiği teori ve pratik fark ettirilmeden gerontokrasi tarafından şekillendiği ortamlardır. Hiyerarşik yapıyı kıramayan bu toplamlar söylem boyutunda yoldaş olsalar da bilginin güç olarak kullanılması sorunundan kaynaklı yeni gelen bireyler o kişilere karşı duyduğu hayranlıkla beraber bu yapı içinde kaybolurlar. Yaşın, deneyimin, bilgi birikiminin ve ödenen bedelin prim haline geldiği, getirildiği bu ortamlarda birey kendini aşağılık hisseder ve kaybolur.
Sistemin ekonomik ve siyasi örgütlenme ilkelerine neoliberal eğilimleriyle neoliberalizm eleştirisi yaparken ortaya bir biat kültürü ortaya çıkar. Burada yine bilginin bilinçli bir şekilde güç olarak kullanılması söz konusudur. Türkiye özelinde kırk yıllık kültürel tecrit ve baskıdan sonra siyasal dil, ortak referans noktalarının yokluğu, çatışan öncelikler ve dağılan ilgiler gibi diğer güçlükler bu toplulukların çatışmasına neden olmuştur. Her topluluğun biat edenleri tarafından daha devrimci olduğu iddia edildiği ve diğerlerinin reformist oportünist ilan edildiği bir zihinsel sürecin uzunca bir süredir vardır. Kendi fikirlerinin doğruluğunu sorgulamak yerine diğerine karşı kendini savunma ihtiyacı doğan bu zihinsel algılar devrim ve devrim süreçlerini yönetmekte yetersizdir. Bu sözde radikal hareketler sistem içinde oyun oynamayı, yıllık ritüellerini yerine getirmeyi, ölümü kutsallaştırmayı sürdürmektedirler. Bireyin varoluş sorununa çözüm bulması, bireyin kendini var etmesi için alternatif olması gereken bu topluluklar sistemin birer temsilcisi konumundadır. Bir bilge der ki öldürmeyen şey beni güçlendirir. Bu noktada gücü olmayan bu toplumsal yapılar siteme darbe vurduğunu zannederek devrimci potansiyeli birey içinde öldürür. Bunun zıttı olan devrimi büyütme çabası içinde olan grupların bu toplamları müdahale etmesi artık bir zarurettir.
Bu yapıların güçlenemeyeceği algısını kabullenemeyen bu toplamlar boşa kürek çekmekte ve bu yolda her şeyi mübah saymaktadır. Duygusal ilişki üzerinden gelişen toplumsallığa katma girişimleri bireyin bir nevi doğal olan toplumsallık algısının körelmesine öte yandan bu yoz ilişkiler sonlandığında pek çok şey birey üzerinden şekillendiği için bir enkaza neden olmaktadır. Kendini aldatılmış hisseden bireyler topluluk içi çatışmanın kutuplaştırıcı mantığı arasında kalmış ve psikolojik olarak bu yapılara mahcubiyet bağını sürdürmektedir. Siyasi bir niteliği olmayan bu bireyler kişisel olan siyasaldır ilkesiyle kişinin ilkeli olmasına duyulan arzunun siyasal önemini baştan kaybetmiştir. Topluluğun cennet gibi gösterildiği bir tasvirde; en önemlisi de her şeyi bildiğini iddia eden yüzeyde sözcük kullanımıyla ilgili bir gerçekliğin olduğu, söylemlerin tartışılmamasından kaynaklıdır. Pratik bilginin toplumsallaştığı, teorik anlayışın irdelendiği ve değişimin bilgili, kolektif faillerin oluşturulduğu araçlar olarak gerçek örgütlerin öneminin artığı bir ortamda, gerçek örgütlerin güvenlerine meydan okuyan bir yapıya sahip olan bu topluluklar 1960’ ların sonlarındaki öğrenci ve işçi hareketleri ve hatta daha çok onları izleyen hareketler bilhassa kadın, ekoloji ve barış hareketlerinin gölgesine sığınarak sonrasında bu gölgeyi kendi gölgesi sanması ironiktir. Ancak bilinmelidir ki gölgenin kiminle hareket edeceği ortadadır, gölge sahibine rahatsızlık verildiği anda ortada kalmaya mahkûmdur.
Parti değil de örgüt veya hareket kavramını benimseyen bu topluluklar devrim gibi bir iddiaya sahipse ortak amaca gidecek bir stratejiye ve günün koşullarını değerlendirmek için taktiksel hamlelere ihtiyaç duyarlar. Partilerin belirli bir misyonları vardır ve tamamlayıp tarihin çöplüğüne gömülürler. Türkiye bunun en güzel örneğidir. Onlarca parti dönemdeki misyonlarını yerine getirdikten sonra tarihte yerini almıştır. Ancak devrimci bir iddia ile ortaya çıkan örgütler, örgütsel yapılar bundan farklı olmak zorundadır . Her beş yılda bir bölünme algısına kapılan onlarca parçaya bölünen Türkiye’de sol içerisinde örgütün ve örgütlülüğün doğru kavradığı şüphelidir. Örgüt üye olunacak, sosyalleşilecek yoldaşlar edinilecek bir aracı kurum değildir. Örgüt iradenin bütünleştiği ve daha da büyütüldüğü ki bu kişi sayısıyla çok alakalı olmayan kitleselleşmesi önemini bir yere koyarak bireyin kendinin devrim öncesi, sonrası ve devrim anında elinden geleni yapacağı deklere ettiği bir toplumsal sistemdir, bir sözleşmedir.
Toplumsal gerçekleri alıp pasif bir biçimde tekrar üreten topluluklar bilginin yerelde yorumlanıp bu yoruma göre strateji geliştirmekten oldukça uzaktır. Uzlaşmacı düzenleme biçimlerinin eleştirildiği bunun üzerinden bir karşıtlık algısı yaratarak kendini konumlandıran bu yapılar sadece dilsel anlamda radikal içerimlere sahiptir. Bu algıda temel nokta devrimin nasıl yapılacağı olgusudur. Bir şeyleri hep devrimden sonraya ertelemeye veya mevcut koşulların oluşmadığını dile getiren bu yapılar Marx’ın tarihe (ana) müdahale anlayışıyla çelişirler.
Devrim olgusunu biraz daha özelleştirecek olursak kitle halindeki bir toplumsal hareketin başlatılmasının söz konusu olduğu, var olan bir rejimi şiddet kullanımı sonucunda başarıyla yıkarak yeni(geçici, proletarya diktatörlüğü) bir biçim oluşturan bir politik değişme sürecini tanımlar. Eğer radikal sol görüşe sahip olan bireyler eleştirel bir dil karşısında sözde politik bir tavır alacak ve şimdi kullanılan dilden rahatsız olacaklardır. Bu kişilerden oluşan siyasal karışımı adlandırmak kolay değildir ama onlara enternasyonalist ‘inançları’ olan topluluklar olarak bakılabilir, bir dinin mezhebi olarak kabul edebilir. Hükümetlerin muhafazakâr ve ırkçı niteliğinden düş kırıklığına uğrayan gençlik için bir toplanma mekanı olmuş bu ortamlar çıkmaz bir evrim yolunda ilerliyor. Gülünç biçimde naif olan devrim yapmaya olan inançları reel sosyalizm ile özgün hedefler ve alternatif bir sol anlayışı arasında bir çıkmazdan kaynaklanmaktadır.
Bireyin kendinin çözümlemediği sürekli bir özeleştiri sürecinde olmadığı bir örgütlülük anlayışı belirli simge ve bilginin gücü üzerinden yaratılmaya çalışılan iktidar ortamlarıdır. Kendi politikalarının haklı çıkarmak için ahlaki ve felsefi bir gerekçe bulmakta onu kendi görüş ve temaları çerçevesinde temellendirmektedir. Popülerlik döngüsü kazandığında binlere ulaşabilen bu topluluklar düşündüğü gibi yaşamayan, yaşadığı gibi düşüncesini temellendiren bir zihniyete sahiptir. Böyle bir zihniyetin filizlendiği bir ortamda insanlığın devrimci bir ahlakla kurtulabileceğine olan gerçeklik zedelenmektedir. Buna devrimci ‘gerçek’ örgütlerin bir son verme zamanı gelmiştir.