Yıllardan beri bir cehalet olayıyla karşılaştığımızda, olaydaki cahil tarafı teselli eden bir cümleye tanık oluruz: “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp.” Cahil kişiyi öğrenmeye teşvik eden bu cümle, dünya 21. yüzyılın eşiğindeyken gerçekleşen bilişim devrimi ile geçerliliğini yitirdi. Gerek bilgiye ulaşmanın teknolojik devrimler sonucunda inanılmaz bir şekilde kolaylaşması, gerekse insanları öğrenmeye teşvik eden şeylerin o kalıp cümlenin ötesine geçmesi artık insanları öğrenmeme eylemlerinden ötürü neredeyse suçluluk duyacakları bir noktaya getirmiştir. Öğrenmeme eyleminin sonucu olarak karşımıza çıkan bilmeme durumunu ise suçluluk halinin ortaya çıkardığı ayıplanma hissi ile açıklayabiliriz. Bu yüzden, henüz kalıplaşmamış ve sık duyulur hale gelmemişse de, o eski kalıplaşmış cümle evrilerek başlıktaki halini almıştır modern toplumlarda.
Tüm bunlardan bahsediyor oluşumun sebebi son günlerde gündemimizin ilk sıralarında yer alan “Barış için Akademisyenler” bildirisi ve bildirinin yayınlanmasından sonra patlak veren olaylar. Bu bildirinin yayınlanmasının sonucunda oluşan durumlar, siyasetin sanal bir gündem oluşturma çabasında olduğundandır. Türkiye’nin aslında konuşması gereken meseleler bu tür yapay gündemler ile örtbas edilerek, gündemimiz yüzeysel bir şekilde sadece etnik ve mezhepsel meselelerle meşgul edilmektedir. Türk toplumu etnik ve mezhepsel kimlik tartışmaların arasında sıkışan, gerçek sorunlarını tartışamaz hale gelen ve giderek kutuplaşan bir toplum halini almaktadır. Bu yüzden bu yazı bahsi geçen ve içerisinde birçok eksik ve yanlış bilginin olduğu bildirinin içeriğinden bahsetmiyor olacak: bu yazı her fırsatta karşı karşıya geldiğimiz gerçek bir sorunumuzun, bilgiye ve bilime yeterli önemi vermediğimiz gerçeğinin üzerinde duracak.
Belleğimizde hâlâ yer alan, son yıllardaki birkaç gündem maddemize bakalım: ‘Cumhurbaşkanının 4G hakkındaki sözleri’, ‘ODTÜ kapatılsın, yerine üniversite kurulsun’, ‘Akademisyenlere linç ve ardından idari yaptırımlar başlatılması’ vs. Bu olayların siyasetin o dönemlerde en önemli başlıklar olmasının sebebi; bırakın iyi bir teknoloji üreticisi, kötü bir teknoloji kullanıcısı olan; kendi yetkin olduğu bir alan olmayan telekomünikasyon konusunda bir fikri ve yaptırımı olan bir lidere sahip; modern dünyanın bilim fabrikaları olan üniversitelere ve akademik çevrelere saygısı olmayan bir üçüncü dünya toplumu oluşumuzdur. Eğer bir ülkede cumhurbaşkanı 4G’ye geçmeye karşı olduğu için onun gönlünü hoş tutmak adına ihalenin adını 4.5G yapan işgüzarlar teknolojiye yön veriyorsa, azımsanmayacak sayıda akademisyen teröre karşı yapılan operasyonlara, operasyonlar sırasında yapıldığını düşündükleri katliamlara son derece taraflı ve akademik bir metinden uzak bir bildiri ile karşı çıkıyorsa, YÖK ve üniversite rektörleri bu akademisyenlerin yaptığı yanlışa daha büyük bir yanlış yaparak siyasetin yarattığı linç ortamına katkı sağlıyorsa o ülkede bilim üreticisi olması beklenen kurumlarda akademik tavırla çelişen uygulamalar vardır. Daha kötüsü tamamen tarafsız olması gereken akademik çevreler taraf olmaya başlamış, bağımsız olması gereken bilime yön veren kurumlar siyasetin, hatta sadece iktidarın egemenliğine boyun eğmiştir.
Bu yanlışlar sarmalı, bilime, bilim üretmesi gereken kurumlara ve araştırmaya yeterince önem vermeyen bir toplum oluşumuzun sonucudur. Akademisyenlerin eksik ve yanlışlarla dolu bildiriler yayınlamalarının sebebi de onların fikir beyan etme hakkını linç kültürüyle sindirenlerin kazanmasının sebebi de aynıdır: araştırma kültürünün yerleşik olmadığı, çağdaşlaşma hedefinden uzaklaşıp bilime saygı göstermeyen toplum.
Bilimin, yani gerçeğin, değer görmediği ülkemizde birçok sorunu bilime değer vermemeye devam ederek aşamayacağımızı görmek zorundayız. Geldiğimiz noktada toplumun gerçek sorunlarını göremiyoruz. Bilimi ayaklar altına alarak kutuplaşmanın çok tehlikeli bir sorun oluşunu sosyolojik olarak tespit edip çözmemiz olanaksız. Bilime aykırı düşünceleri savunarak enflasyon gibi potansiyel, işsizlik gibi mevcut ekonomik sorunları çözemeyiz. Bilime yön vermesi gereken kurumlar siyaset tarafından etki altında tutularak tüketici bir toplum olduğumuz gerçeği değiştirilemez. Siyaset tarafından yönlendirilen linç kampanyalarını sürdürerek doğru akademik çalışmaların, yayınların yapılması asla sağlanamaz.
Bilimin siyaset tarafından dövüldüğü, muhtarlar tarafından kınandığı bir ortamda, bilgi ve iletişim çağı diye tanımlanan çağımızda ancak ilkel kabul edilebilecek kimlik sorunları tartışılabilir. Bu ortamda aydınlanma ile arasında sıkı bir bağ bulunan yurttaşlık kavramı bugün olduğu gibi zedelenir. Bırakın Hobbes’un ve Rousseau’nun 17.-18. yüzyıllarda tespit ettiği gerçekleri yönelmeyi, kimlikler arasındaki farklılıkların bilimin değer görmediği diğer toplumlarda yol açtığı gibi burada da terör ve çatışmalar artarak devam eder. Bilgiye ve araştırmamaya önem vermemenin sonucudur bugün Türkiye’de kimlikler üzerinden yapılan siyasetin prim yapması. Bilim dövülmeye değerse, gerçekler görülmeye değmez.
Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu olduğu için bilim de er ya da geç bu karanlık ortamı dağıtarak gerçeklerin konuşabildiğimiz, özgür ve aydınlık günleri ortaya çıkaracaktır. Bu süreçte toplumumuzun yaşadığı sıkıntılar ve zaman kaybı ise bir yüzyıl önce sahip olduğu liderinin bilime, fenne oldukça önem verdiği düşünülürse en hafif tabirle lükstür.