7 Mart Pazartesi günü hükümet ve AB yetkilileri, “mülteci krizine” dair 17-18 Mart tarihlerinde yapılacak müzakerelerde ele alınacak hususları belirledi. Bu ön-müzakere neticesinde şu noktalarda prensipte anlaşıldı;
- Türkiye’den Yunanistan’a geçen bütün sığınmacılar, masrafları AB tarafından ödenmek üzere Türkiye’ye geri gönderilecekler.
- Türkiye’nin geri aldığı her sığınmacı karşılığında Türkiye’deki bir sığınmacı AB ülkelerinden birine yerleştirilecek.
- Vizeler 2016 Haziran’a kadar kalkacak
- Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerinde yeni başlıkları bir an önce açmak için çalışmalara başlanacak.
İlk karar Yunanistan’a geçen sığınmacıların Türkiye’ye geri gönderilmesine dair. Eğer ki bu karar 17-18 Mart müzakerelerinde kabul edilirse birçok soru ve sorunla karşı karşıya kalacağız demektir.
Mülteci kimdir?
Mülteci kavramını uluslararası hukukta tanımlayan başlıca kaynaklar 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve buna ek olarak getirilen Mültecilerin Hukuki Statülerine İlişkin 1967 Protokolü’dür. Her iki sözleşmenin de tarafı olan Yunanistan, ölüm tehlikesiyle Suriye’den kaçan her sığınmacıyı mülteci olarak tanımlamaktadır.
Türkiye hem 1951’deki sözleşmeye hem de 1967 yılındaki protokole taraf; fakat, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesini, 1. Maddesinin mekân bakımından öngörülen seçme hakkını kullanarak ‘Coğrafi Kısıtlama’ ile kabul etmiş ve dolayısıyla da sadece Avrupa’dan gelen sığınmacılara mülteci statüsü verme sözünü vermiştir.
Bu durum 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda da görülmektedir. Kanunun 61. Maddesinde “mülteci” Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle ülkesinden kaçan vatansıza verilen statüyken, 62. Madde Avrupa dışından gelenleri düzenliyor ve onlara “Şartlı Mülteci” statüsünü uygun görüyor. Yani anlayacağınız, ülkemizde 3 milyonu aşkın şartlı mülteci var, mülteci sayısı ise sıfır!
Peki bunun önemi ne?
İlk olarak şartlı mülteci statüsü mülteci statüsüne göre daha dar bir koruma alanı öngörüyor. “Üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir” diyor kanun. Başka bir tabirle onlara mülteci muamelesi yapmıyor, “misafir” muamelesi yapıyor.
Bu durum ise göçmenlerin Yunanistan’dan Türkiye’ye sevki hususunda iki soru gündeme getiriyor.
Bunlardan ilki Türkiye’nin yerleştirme yapılacak üçüncü ülke olma kriterlerini karşılayıp karşılamadığı. Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği’ne göre yerleştirmede bulunulacak üçüncü ülkede, mültecilerin haklarının sağlıklı bir şekilde korunabilmesini sağlayacak hukuki altyapı aranıyor, mültecilere vatandaşlık yolunun açık olması bu kapsam içerisinde değerlendiriliyor. Mevzuatımıza baktığımızda bu husustaki yetersizliğimiz oldukça açık, zira sığınmacılara vatandaşlığın yolu açmaktan çok uzak bir konumdayız; onlara mülteci statüsü dahi vermiyoruz. Kanun koyucunun bu tercihi elbette tartışılabilir ve pek tabi yerinde bulunabilir. Burada tartıştığım mevzu “şartlı mülteci” statüsünün yerindeliği değil, fakat doğuracağı sonuçlar. Komiserliğin aradığı bir diğer şart ise mültecilerin medeni haklara ulaşımının sağlanabilmesi. Kendi vatandaşlarının insan haklarını tam manasıyla korumaktan aciz, nüfusa oranlandığında dahi AİHM’de en fazla mahkum edilen ülke olan Türkiye’nin bu husustaki başarısızlığı oldukça açık.
İkinci bir husus da düzensiz göçmenlerin iadesinin yasal olup olmadığı. Yunanistan, 1967 yılındaki protokolü kabul etmiş bir ülke ve bizdeki düzenlemenin aksine Suriye’den gelen sığınmacılara “mülteci” statüsünü veriyor, demiştik. Bu statü bir defa verildiği zaman ve hatta verilmesi üzerine yapılan başvuru sonuçlanıncaya kadar şahıslar uluslararası hukukun koruması altında. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 4 nolu protokolünün 4. Maddesi yabancıların topluca sınır dışı edilmesini yasaklıyor. Yunanistan’ın bu protokolü imzalamayan iki Avrupa ülkesinden birisi olması (İsviçre ile beraber), onu bu hükümle bağlamayacak olsa dahi anlaşmanın mimarı olan Avrupalı yetkililerin insan hakları hususundaki samimiyetini sorgulamamıza yol açıyor. Mülteci olanların mülteci statüsünü kaybedecekleri bir ülkeye gönderilmeleri; iltica başvuruları değerlendirilenlerin ise başvurular neticelenmeden sınır dışı edilmeleri hukuki açıdan ciddi sorular gündeme getiriyor. Bu sorular cevaplansa dahi, ikinci karar kapsamında Türkiye’den AB ülkelerine gönderilecek sığınmacıların hangi esaslara göre ve ne ölçüde adil bir biçimde seçileceği soruları da cevap bekliyor.
Alınan kararlardan ikincisi bir başka soru daha doğuruyor. “Maksat insanların tehlikeli yollardan Midilli adasına geçmesini engellemek ise, neden daha basit bir yola başvurularak mesela Türkiye’den Avrupa’ya geçmek isteyen mülteciler bir Berlin uçağına ya da otobüsüne bindirilip gönderilmiyor?”
Asıl önem arz edecek kararlar önümüzdeki günlerde alınacak. Şu an ise elimizde gelecek adına ipuçları var. Bu ipuçları sorularla birlikte ciddi oranda şüphe de doğuruyor. Avrupalı devletlerin insan haklarına olan saygılarından; Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin ise mülteciler için yeterli hukuki altyapı hazırlamadan iadeyi kabul etmeleri halinde Suriyelilere karşı tutumunlarındaki samimiyetlerinden ve “mülteci” krizini iç politikada bu dakikadan sonra kullanmaları halinde tutarlılıklarından bahsetmek oldukça güç gözüküyor.
Okuyucuya
Avrupa’daki mültecileri geri almamız; Avrupa ülkeleri dışından gelenlere mülteci statüsü vermememiz ve onları en yakın zamanda terk edecek misafirler olarak değerlendirmemiz konularında neler düşünüyorsunuz? Bu anlaşmayı etiğe aykırı buluyor musunuz? Yorumlarınızı bekliyorum.