Türkiye’nin Demokratikleşememe Süreci-2

2. Meşrutiyet Devri’nin bitiş tarihi muğlaktır. Otuz yıldan fazla süren 2. Abdülhamit devrinde her ne kadar modern okullar açılmış ve modernleşme yönünde altyapı çalışmaları yapılmış ise de döneme damgasını vuran otoriterlik ve baskıcılık sosyal ve kültürel gelişimi sınırlamıştı. Abdülhamit’in yeni açtığı okullarda yetişenler, onun baskıcı idaresine ilk isyan edenler olmuştu. Yani Abdülhamit aslında kendi mezar kazıcılarını yetiştirmişti. Bu dönemdeki bütün mutlakiyetçi hükümdarların yaşadığı açmazı yaşıyordu. Devletini geliştirmek ve ilerletmek için modern eğitim kurumlarına ihtiyacı vardı, ancak bu eğitim kurumlarında yetişenler kendisinin yönetim biçimini meşru kabul etmiyor ve Batı ile aralarındaki gelişmişlik farkından dolayı hüsran yaşıyorlardı. Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için onlara benzer bir yönetim biçimine sahip olmaları gerektiğini düşünüyorlardı ve bunun için Abdülhamit’ten ve onun yönetim anlayışından kurtulmaları gerekiyordu. 2. Meşrutiyet 1908’de bunu başardı; bir yıl sonra Abdülhamit’in şahsı da tahttan indirildi. Meclisin açılması ve sansürün kaldırılması ile Osmanlı İmparatorluğu’nda bir kültürel Rönesans devri başladı. Tüm ulus için Osmanlıca ve her millet için kendi dilinde sayısız gazete ve dergi çıkmaya başladı. 1909 Anayasa Değişikliği ile yetkileri artırılan mecliste daha önceden tabu olarak görülen birçok konu konuşulabiliyordu. Avrupalı yazarların kitaplarının büyük niceliklerde çevirileri yapılmaya başlandı. İdari ve ekonomik modernleşme ile eski gelenek ve adetler yavaş yavaş sorgulanmaya ve terk edilmeye başlandı. Kurulan birçok cemiyet ve ocak ile sivil toplum da oldukça gelişti.

Çeşitli sebeplerden dolayı bu özgürlük ve çoğulculuk atmosferi sürdürülemedi. İttihat ve Terakki’nin Taşnaksütyun ile ittifakından yedi yıl sonra Ermeni Tehciri yaşandı. Milletler arasındaki kardeşliği ve eşitliği vurgulayan ünlü 2. Meşrutiyet kartpostallarının basılmasından on beş yıl sonra neredeyse gayrı Müslimlerden tamamen arındırılmış bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Abdülhamit’in indirilmesi ve yerine Mehmet Reşat’ın geçmesi ile fiili önemini yitiren saltanat kurumu da 1922’de kaldırılacaktı. 2. Meşrutiyet’te İttihatçıların neden demokratik bir meşruti monarşi inşa etmede başarısız olduğunun sayısız açıklaması vardır. Kimilerine göre İttihatçıların zaten demokratikleşme gibi bir hedefleri yoktur. Onlar kadim Osmanlı geleneğinden aldıkları miras ile yalnızca tehdit altında gördükleri devleti kurtarmaya girişmişlerdir. Bu görüşün haklılık payı oldukça yüksektir. İttihatçılar demokrasiyi araç olarak kullanmış olabilirler. Örneğin, İttihatçıların çoğunlukta olduğu Meclis-i Mebusan, Sadrazam Kamil Paşa’ya karşı daha fazla güvendikleri Sultan Mehmet Reşat’ın yetkilerini artırmıştır. Vahdettin’in bu yetkileri kullanarak meşrutiyeti bitirdiği söylenir. İTC’nin, özellikle de Ahmet Rıza’nın sahiplendiği pozitivist görüş de kitlelerin yönetime katılımına sıcak bakmıyordu. Bu görüşün geleneksel Osmanlı yönetim anlayışıyla birleşmesi, demokrasi için hayırlı bir netice vermemiş olsa gerek. Kendini meşrutiyeti ilan ettiren ve halkın kurtarıcısı bir cemiyet olarak gören İTC, diğer cemiyetleri gayri meşru sayıyor ve herkesin kendi mensubu olması gerektiğini düşünüyordu. İş artık kendinden olmayanları vatan haini saymaya kadar varmıştı. Doğal olarak çoğulcu bir siyasi atmosfer bu ortamda gelişemezdi.

İttihatçıların diktatörlüklerinin başlangıcı olarak genelde Mahmut Şevket Paşa suikastı gösterilir. Paşa, cemiyet üyesi değildi. Fakat cemiyete yakın bir kişi olarak tanınıyordu. Bizzat yönetmeye hazır olmayan İTC’nin denetleme iktidarı sürüyor, sadarete kendilerine yakın olan Sait, Hüseyin Hilmi, Hakkı, Mahmut Şevket gibi paşalar getiriliyordu. 1913’te Mahmut Şevket Paşa öldürüldü, İttihatçılar bu suikasttan siyasi rakipleri İtilafçıları sorumlu tuttular. Diğer partiler ile birlikte Hürriyet ve İtilaf kapatıldı, basına tekrar sansür getirildi. Bir sene sonra, Osmanlıların savaşa gireceğinden değil meclisin, İTC merkezi umumisinin bile haberi yoktu. Böylece devlet gittikçe içine kapalı bir hücre tarafından yönetilmeye başlandı. İttihatçılar yasa yerine daha hızlı olması için kararnamelerle ülkeyi yönetmeye başladılar. Bunun olumlu yanı, meclisteki İttihatçılar tarafından dahi kabul edilmesi zor olan bir takım fikirlerin kararname yoluyla yasalaşmasıydı. 1917 tarihli Aile Kararnamesi bunun bir örneğidir, devlet ilk kez şeriatın alanına giren özel hayata müdahale ediyordu.

Almanya’nın yanında savaşa girmenin birçok İttihatçı için arzu edilmez bir gelişme olduğunu biliyoruz. Aslında, birçoğu Abdülhamit’e verdiği destekten dolayı Almanya’ya sıcak bakmıyor, demokratik dünyanın temsilcileri olarak Fransa ve Birleşik Krallık’a sempati duyuyorlardı. Ancak hem bu devletlerin Osmanlı’yı kendi denkleri olarak değil de paylaşılacak bir ganimet olarak görmeleri hem de cemiyet içinde Almanya yanlılarının üstün gelmesi, Osmanlı’nın İtilaf Devletleri’ne katılmasının önüne geçti. Osmanlılar savaş boyunca genelde üstün kuvvetlere karşı kahramanca savaştılar. Zor şartlara rağmen ordu içinde ciddi isyan girişimleri olmadıysa da zamanla firarlar çoğaldı. Savaş sonucunda Osmanlı kaybetmişti, her ne kadar doğuda bir genişleme yaşandıysa da güneyde İngiliz orduları Mısır’dan bugünkü sınırımıza kadar gelmişlerdi. Savaşın kaybedilmesi İttihatçılar için bir son anlamına geldi. İktidarda kalmak için ısrar etmediler. Arkalarında olası bir İtilaf işgaline karşı koymak için bir direniş ağı bırakarak ülkeyi 1918’de terk ettiler. Kalan İttihatçılar ülkenin her tarafında demokratik kongreler örgütlediler ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroları sağladılar.

Leave a Reply