Değişen dünyayı algılayalım, yeniliklere ayak uyduralım derken çokkültürlülüğün zaruri ve müspet olduğunu ifade ediyorum. Bunu söylerken milli değerlerden taviz vermemek gerektiğini de ekliyorum. Peki bu söylemleri hangi kaynaklara dayandırıyorum? Bu cümleleri kurarken duygusal mı bilimsel mi davranıyorum? Milletlerin menşei nedir, milletler nereden gelir, nereye gider gibi soruların cevaplarını nerede arıyorum?
Meseleye genel bir girizgah yapmak gerekirse çoğu sosyoloğun ortak karara vardığı bir nokta var. Medeni insan cemaatleri baba başkanlığındaki aile esasına dayanır. [1] Tarihin derinliklerinde rastlayabileceğimiz en ilkel topluluk ailedir. Sonrasında ailelerin çekişmesi onları birleşmeye iter, soylar meydana gelir. Aynı şekilde soylar birbiriyle çatışarak yeni bir birlik oluştururlar ve oymak haline gelirler.
Bu çatışmaların sebebini biyoloji bize açıklamaktadır. Var olmak isteyen, kendine düşmanlık edenle savaşmak zorundadır. Rekabet yasası insan ırkının bir gerçekliğidir. Yaşamak bunu gerektirir.
Soyların, oymakların mücadelesinin görünür nedenlerine inersek de bu noktada karşımıza iktisat çıkar. İlkel toplulukları düşündüğümüzde yaşadıkları bölgeleri çeşitli sebeplerden ötürü değiştirmek istemeleri kolay anlaşılır. Varsayalım ki iki soy iklim şartlarından yahut aç kaldıklarından taşınmak istesin. Ve düşünelim ki bu iki soy aynı bölgeye talip olsun. O halde bu topluluklar arasında savaş kaçınılmaz olacaktır. Çünkü hayatın kuralları rekabet yasasının insan ırkı adına hem gerekli hem de iyi olduğunu söylemektedir. [2]
Oymaktan sonrasına gelirsek kabile kavramıyla karşılaşıyoruz. Tabii bu basamaklar atlandıkça teşkilatlar arası bağ kuvvetleniyor ve camia içinde itaatkârlık artıyor. Kabilelerin devamında ise artık daha çetrefilli, daha siyasi ve daha içtimai örgütlenmeler ortaya çıkıyor. Kavim, millet, devlet…
Tabii burada literatürden bazı kavramlarla tanışıyoruz. Çünkü eğilimimiz milletleri sadece bir arada yaşamaktan dolayı ortaya çıkan bir insan kütlesi olarak görmek yönünde olmamalıdır. Mutlaka bazı müşterek şartlar gereklidir. Kalabalık bir nüfus, saha birliği, dil ve örf adet birliği, ekseriyetle aynı ırki zümreye mensubiyet gibi etkenler her birlikte yaşayan topluluğun milletleşmesi için gerekli şartlar olacaktır.
Devlet olgusunu da biz insanlığın kendi içinde süregelen savaşları bitirmek kaygısıyla oluşturduğu milli bir kurum olarak tespit etmeliyiz. Çünkü devlet, içerisindeki kavimleri millileştirmiştir. Bu da uzun yıllar boyunca insanların aynı tabii, iktisadi ve tarihi şartlar altında; aynı kaidelerin hükmünde yaşamasından kaynaklanmaktadır. Bu ortak şartlar da Sadri Maksudi’nin tabiriyle ‘müşterek ruhi temayül’lerin yani ortak hissi eğilimlerin oluşmasının ve milletleşme sürecinin önünü açmıştır.
Bu noktadan baktığımızda devletler, içindeki etnik yapılanmaların sadakatini bildirdiği ve bunu borç bellediği yüksek bir müessese olarak gelişmiştir. Ve hatta devletler kurulduktan sonra bu soy-oymak gibi mikro yapılanmalar siyasi anlamda ortadan kalkmaya mâhkum kalmıştır. Bir bakıma bu küçük topluluklar arzularını, şikayetlerini vekillik yoluyla millete transfer etmişlerdir. Çünkü devlet, millet esasına dayanırken milleti sosyolojik amillerin doğal bir ürünü olarak görüp ondan önceki yapıları kendi benliği içinde zaten eritmiştir.
Bu bakımdan milliyet kavramını yalnızca antropolojik olarak düşünmek ilmi olmaz. Milletlerin oluşumunda ırki mayanın etkisini görüp psikolojik faktörleri göz ardı etmek ne kadar yanlışsa milletleri sadece beraber yaşamaktan doğan pragmatist bir örgüt olarak addetmek de yanlıştır. Çünkü milliyetçilik sadece etnolojik birlikten doğmaz, bireylerin içgüdüsel şekilde gelişen sadakatinde de kendini gösterir.
Demem o ki insan hür yaşamak istiyorsa bağlı bulunduğu zümreye sadık olur. İki dişli bir çark gibidir bu sistem. Zümre gelişirse kişi gelişir, kişi gelişirse zümre gelişir. Dolayısıyla da hiç kimse tek başına yaşama kabiliyetine sahip değildir.
Milliyetçilik de buradan doğar. Fertler nasıl kendini koruyorsa milliyetçilik de milletçe kenetlenmişliğin, nefsi müdafaa’nın adıdır. Fakat bir ayrımı yapmak lazım. Milliyetçilik asla bencillik olmamıştır. Tam tersi o bir iş bölümüdür. Bütün beşeriyeti kültürce yükseltmek, mesut ve müreffeh kılmak gayesiyle diğer milletlerle teşrikimesai usulüdür milliyetçilik.
Şimdi bir es verelim. Buraya kadar gördüğümüz cümleler aslında sadece durum tespitinden ibaret. Ne okuduğumuzu, ne anladığımızı anlatmaya çalıştım. Bundan sonrasında ise bu gerçekliklerden payımıza düşeni alıp yeni kapıları aralayacağız. Merkezine küreselciliğin oturtulduğu yeni çağ belli güç odakları tarafından dizayn edilirken amaç ne, bunları irdeleyeceğiz.
Artık anlayabiliyoruz ki küreselleşme ABD’nin Soğuk Savaş sonrası oluşturmayı hedeflediği ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ve bu maksatla hazırlanan ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin temel enstrümanıdır. [3] Yani bu ‘küreselleşme’ kavramı belli güç odaklarınca sahiplenilmiş durumda. Ancak bu kavramı sadece bu anlamıyla düşünmek sakıncalı olacaktır. O yüzden kozmopolitlik derken ben neyi kastediyorum onu açmalıyım.
Kozmopolitlik, ferdin kendi milletine gönülden bağlı olduğu hâlde başka milletlere de iyi hisler beslemesinden, sempatiyle yaklaşmasından doğan bir ruh halidir. Bütün insanlığın büyük bir aile teşkil ettiğini kabul eden, çeşitli milletler arasındaki harpleri olumsuz gören ve bunları kaldırmaya çalışan bir yönelim yani esasında. Bu anlamda aklı basan, azıcık derin düşünebilen insanlar olarak bir nebze kozmopolit olmamız gerekir diye düşünüyorum.
Fakat iyi hoş, adımızı belirledik ancak bu kozmopolit milliyetçiliği nasıl tarif etmek lazım, bunu hangi psikolojik esaslara dayandırmak gerek, bu soruları yıllar geçtikçe ve bilimle haşır neşir oldukça cevaplamak uygun düşecektir. Ama en önemlisi benim kitaplardan yahut oradan buradan edindiğim bilgiler ışığında milletler yok olmaz. Milletler yok olmadığı gibi toplumsal evrim de milletlerle son bulmaz.
İnsan cemaatleri tarihinin bir kısa özetini çıkardık. Aileyle başlattık, millete kadar getirdik. Milletle bitmeyeceğini de söylüyoruz. Zaten bunun kanıtlarını da dünyada kurulduğu haberini sık sık aldığımız paktlardan, federasyonlardan, devletler arası birliklerden görüyoruz. Hatta yüksek ihtimalle de yeni siyasi organizasyonları göreceğiz. Biz de hayatın bu yasasına karşı durmayacak, köstek olmayacağız. Ki zaten meselenin bizim destek mi köstek mi olduğumuzla pek de ilgisi yok, dünya her türlü işler. Ancak bu yeniliğe ayak uydurmayı başaranlar ve onun mimarları güçlenir. İşte ben de en azından bu niyetle yeni bir vizyonun gerekliliğini, kültürel değişimin inşasını savunuyorum.
Belki yazıyı okurken milliyetçiliği nasıl küreselcilikle yan yana getirebiliriz diye düşündük. Ya da en azından bunların çelişen olgular olduğunu sandık. Fakat kavgam bununladır. Evrimin getirdiği yasalar bile bu iki kavramı kardeş sayarken biz bunları denk gördük, birbirinin muadili belledik. Ya o’cu ya bu’cu hesabı…
İşte oluşmasını istediğimiz yeni vizyon bu kavramları birbirinin yerine düşünülebilecek olgular olarak ele almaktan öte, onları tarihsel süreç içerisinde birbirini takip edecek 2 gerekli fikir akımı olarak görecek. Çünkü tekrar ediyorum kürede birleşelim derken milletler yok olmaz, milletleri yüceltelim derken küre aşağı kalmaz. Bu bağlantılı olguların değerini, farkını, anlamını idrak ettikçe bir şeyler için çalışmanın değeri ortaya çıkar sanıyorum.
[1] Arsal, Sadri Maksudi (1955), Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, haz. Gönül Pultar, İstanbul, Ötüken Neşriyat, ss. 67-68
[2] Carnegie, Andrew (1889), The Gospel Of Wealth, The North American Review
[3] Alan, Engin (2018), Ruh İkizleri, İstanbul Bilgi Yayınevi