Geçtiğimiz Pazar günü, Süper Lig’in 33. haftasında, Fenerbahçe Stadı’nda Fenerbahçe-Galatasaray derbisi oynandı. Fenerbahçe, maçı Webo’nun golleriyle 2-1 kazandı. Galatasaray, bir önceki hafta şampiyonluğu garantileyip, Kadıköy’e şampiyon olarak gelmişti. Fenerbahçe ise Şampiyonlar Ligi ön elemesine katılabilmek için bu maçı kazanmak zorundaydı ve istediği sonucu aldı. Böylece, Süper Lig’de son haftaya girilirken Şampiyonlar Ligi’ne ve UEFA Avrupa Ligi’ne gidecek takımlar belirlenmiş oldu.
Bu noktada, bu yazıda derbideki futboldan ve teknik-taktik mevzulardan bahsetmem gerekiyor. Ancak, bunların hiçbirine değinmeyeceğim. Zira oyunun önüne geçen, oyunun içine dâhil olup olmadığını anlamlandıramadığım birtakım olaylardan bahsedeceğim.
İlk olarak, maç öncesinden başlayalım. Önceki hafta Galatasaray’ın şampiyonluğu ilan edişi ile birlikte bir polemik aldı başını yürüdü: ‘Alkış’. ‘Fenerbahçe, şampiyon Galatasaray’ı alkışlamalı mıydı, alkışlamamalı mıydı?’ Maç gününe kadar bu durum gündemi meşgul etti. Öncelikle maç gününün geçen sezonun son maçında Galatasaray’ın Kadıköy’de şampiyon olduğu gün, 12 Mayıs, olduğuna dikkat çekmekte fayda var. Geçen sezon 12 Mayıs’ta neler olmuştu: Fenerbahçe ile Galatasaray play-off ‘un son maçında karşı karşıya gelmiş ve maçın 0-0 sona ermesiyle Galatasaray şampiyonluğunu ilan etmişti. Akabinde Fenerbahçeli taraftarlar, futbolcularını tribüne çağırıp alkışlamaya çalışırken, Okul Açık(Türk Telekom) Tribünü’nün sağ alt köşesinde bulunan polisler ellerinde uzun sopalarla tribündeki taraftarları tahrik etmeye başladılar. Olanlar da bundan sonra olur, taraftarlar polise tepki gösterdi, polis tribüne gaz bombaları atmaya başladı. O gün, o tribünde bulunan çocuk yaşlı herkes etkilendi gaz bombasından ve olaylar dışarı taşındı, taraftarlar polisle çatışmaya devam etti. Tüm bunlar olurken Galatasaray kupa kaldırma telaşındaydı, Başbakan’a bile telefon edildi. O gece ortalık can pazarına dönerken kupa diye tutturanlar, şimdi alkış bekliyorlardı. Neyse ki Aykut Kocaman maç günü polemiğe son noktayı koydu: “Alkışlamak içimden gelmiyor; çünkü geçen yıl ben biber gazı yemiş eşim ve kızımla uğraşırken bile Terim’i tebrik ettim. O ise kupayı aldıktan sonra, ‘Demek ki neymiş, Kadıköy’de de kupa alınırmış’ diye bağırdı. Bizim acımıza saygı duymayanın biz niye sevincine saygı duyalım.” Sonuç olarak bu mevzu zaten müsait olan ortamı yok yere gerdi.
Bir diğer mevzu ise: Muz. Maç esnasında tribünden bir kişi elindeki muzu sahaya salladı. Eboue’ye yahut Drogba’ya ya da başka bir oyuncuya. Muz bir yiyecek, bir meyvedir. Irkçılık ise çok kötü bir şeydir. Ten rengimiz farklı; din, dil, ırk farklı olabilir. Fakat zaten bizi dünya üzerinde birleştiren tek noktamız ‘insan’lıktır. Diğer her şey bundan sonra gelir. Bu farkındalığı kaybettiğimiz an, taraftarlık şöyle dursun insanlığımızı kaybederiz. Ki hali hazırda siyahî bir futbolcunun attığı 2 golle mutlu olup sevinmişken, galip hissetmişken bu hareket hiçbir mantıksal çerçeveye sığdırılamaz. Bizim statlarda çok görülmez böyle hareketler, siyahi futbolcular yıllar boyunca Türkiye’nin sevdiği futbolcular ola gelmiştir, hep sempati kazanmışlardır. Ama endüstriyelleşen bir şeyler var ya, ırkçılığı almazsak olmazdı yanında.
Sonrakiler ise futbolcular… Gerçi alıştık artık onlara. Volkan, Sabri, Melo, Emre… Hep aynı terane… Yalnız şunu çok merak ediyorum: Meslektaşlığı geçtim zaten de insanlar birbirlerinin boğazına bu kadar kolay sarılabilir, böyle umarsızca birbirlerine küfür edebilir mi? O da oluyormuş. Olsun. Zaten artık kimseye dokunmamaya da başladı. Bir de Meireles mevzusu var tabi. İlk Galatasaray maçıyla uyum sağlamıştı zaten ortama. İkincisiyle de pekiştirmiş oldu.
Ve Hasan Şaş… Fatih Terim’in bir numaralı öğrencisi ve Terim’den sonra Galatasaray’ın teknik patronu. Futbolculuk yıllarından, soyunma odasındaki taraftarlara siteminden hatırlarız onu hep: “Hagi vurunca bir şey yok, biz vurunca hemen aauuvv…” Belki hep Hagi’nin, başka oyuncuların gölgesinde kalmaktan, sitemkârlığı zamanla çirkefliğe dönüşmüş olmalı. Maç esnasında, maçı izlemeyi bırakıp kulübenin arkasındaki taraftarlara küfürler etmesi, tehditler savurması, el hareketleri çekmesi hep bunun göstergesi. Ona da alışmaya başladık artık, lig sonuncusu Mersin’i ve hakemi döve döve, zorla yendikleri maç esnasında hakeme savurduğu küfürler, onun da karnesini pekiştirmişti zaten.
Son bir şey daha var. Bir can… 20 yaşında bir genç. Adı Burak. Anneler gününde, takımını desteklemek için Fenerbahçe Stadı’na gidiyor. O statta ‘Canım Feda Olsun Sana’ tezahüratını en içten söyleyenlerin arasında belki de… Maçı kazanmanın sevinciyle ayrılıyor stattan, evine gidecek, annesinin yanına, ‘anne’ diyecek, ‘yendik’ annesi sevincine ortak olmak için soracak belki, ‘kim attı golleri?’ diye. Ama olmuyor, o genç evine ulaşamadan bir Galatasaraylı tarafından bıçaklanarak öldürülüyor. Neyin kavgası bu? Neyi paylaşamıyoruz biz? Bir maç yahut bir kupa bir can eder mi, bir annenin acısını dindirir mi?
Eğer oyun kuralları bunlarsa ben bu oyunda yokum!
Şimdi şapkamızı önümüze koyup düşünmenin zamanı. Özellikle bu futbol ortamının yaratılmasına ön ayak olanların, bu nefret ortamını yaratanların düşünmesinin zamanı. Simon Kuper’in lügatımıza kazandırdığı ‘Futbol sadece futbol olmadığı gerçeği’ gün gibi açık, önümüzde duruyor. Bize kalansa, birbirini boğazlayıp küfreden insanlar, bir muz ve de acılı bir anne…