Bu sözler 15 Temmuz 1912 günü, Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Hariciye Nazırlığı için güvenoyu isteyen Asım Bey’e ait. Her ne kadar, meclis tutanaklarında “Bu devletin atîsinden imanım kadar eminim” şeklinde geçen sözleri çarpıtılıp, bu şekle sokulmuş olsa da; Osmanlı o günlerde felakete doğru adım adım ilerliyordu. Evet, şu günlerde 100. yıldönümünü yaşadığımız Balkan Savaşları’ndan söz ediyorum.
[box_light]Vefa Borcu[/box_light]
1912-1913 Balkan Savaşları, Devlet-i Aliyye için bir anlamda prova niteliğindeydi. 1. Dünya Savaşı’nda başına gelecekleri bir ölçüde görebilme imkanı bulmuştu, savaşmaktan yorgun düşmüş halk ve ihtiyar devlet. Karlofça’dan beri sürekli toprak kaybeden ve geri çekilen Osmanlı, artık uzatmaları oynuyordu. Balkanlar’da patlak veren isyanları bastıramamak, savaş kaybetmek, masada yenilmek… Hiçbiri; devletin merkezî coğrafyasını, aslî vatanını kaybetmesi kadar üzücü ve onur kırıcı değildi. Çünkü Balkanlar Osmanlı’nın imparatorluğa açılan kapısıydı. Beylikten devlete, devletten imparatorluğa geçiş serüveninde birinci planda hep Balkanlar yer aldı. Bu açıdan devletin bu topraklara vefa borcu vardı. Balkan coğrafyasına şöyle bir bakıldığında, buradaki birçok şehrin, Anadolu’daki birçoklarından daha eski olduğunu görüyoruz. Örneğin; Manastır’ın Osmanlılığı, Kahramanmaraş’ınkinden 130 yıl daha eskidir. Gel gör ki; 550 senelik Rumeli, 1 haftada kaybedildi.
[box_light]Balkan Birliği[/box_light] Çarlık Rusyası’nın desteğini ilk kez bu kadar yoğun hisseden, başta Bulgaristan, Yunanistan, ve Sırbistan olmak üzere Balkan Devletleri’ni, Mart 1912’den itibaren birbirleriyle yakınlaşırken görüyoruz. 13 Mart’taki Bulgaristan-Sırbistan arasındaki ittifak anlaşmasını, 29 Mayıs’ta Bulgaristan-Yunanistan anlaşması izliyor; nihayet, Ağustos 1912’de Bulgaristan-Karadağ arasındaki anlaşmayla, Balkan Birliği sağlanmış oluyordu. Hepsinin hedefi Makedonya topraklarıydı. Hiçbiri, tek başlarına bunun mümkün olmayacağını biliyorlardı. Tarihin, bu fırsatı karşılarına bir kez daha çıkarmayacağının da farkındaydılar. İşte Osmanlı’nın savaşın sonunda yaşadığı bozgunun temelleri burada yatıyor. Rumeli, bu ittifaklarla hareketlenirken, İstanbul’da birçokları bütün bunların farkında değildi. Hariciye Nazırı Asım Bey’in sözleri her ne kadar çarpıtılmış da olsa, muhalefetteki İttihat-Terakki destekçileri hariç, hiç kimse Rumeli’de bir savaş beklemiyordu. Hatta ve hatta; savaş öncesinde Sırbistan, Fransa’dan satın aldığı topları Avusturya üzerinden geçiremeyince İstanbul’a başvurmuş, aldığı iznin üzerine silahları Selanik limanına indirip, trenlerle Belgrad’a taşımıştı. Osmanlı bu gafleti, birkaç ay sonra bu toplar Kumanova Muharebesi’nde kendine çevrilince fark edecekti.
[box_light]Balkanlar’a Elveda[/box_light]
Aslına bakılırsa, savaşın kaderi 1 hafta içinde netleşmişti. 22 Ekim’de fiilen başlayan savaşta Osmanlı genel anlamda 2 ana ordudan oluşuyordu. Batı (Vardar) Ordusu, Balkanlar’ın ortasında Yunan, Sırp, Karadağ ordularıyla çarpışırken; Doğu Ordusu, Trakya’da Bulgarların ilerleyişini durdurmaya çalışıyordu. Koordinasyon eksikliği nedeniyle yitirilen her bir muharebe; devleti, saplandığı bataklığın içine biraz daha çekiyordu. Stratejik savunma konusunda iyi eğitilmiş olan düşman orduları karşısında, yağmur altında dağılan Osmanlı ordusunun durumu, Avrupa’da yüzyıllardır süregelen oyunda rollerin değiştiğinin en net göstergesiydi. Devletin en stratejik şehirlerinden biri olan Selanik’in tek kurşun atmadan, masada Yunanistan’a bırakılmasını, tarih belki de asla affetmeyecektir.
Öte yandan, Tekirdağ ve Çorlu’yu ele geçiren Bulgar ordusu gözünü İstanbul’a dikecek ve ancak İstanbul’a 55 km uzaklıktaki Çatalca önlerinde durdurabilecekti. Edirne’deyse, “Edirne düştükten sonra ölürsem kendimi şehit saymıyorum!” diyen Şükrü Paşa ve emrinde çarpışan Kazım Karabekir’i görüyoruz. Balkanlar’da ve Trakya’da bütün bunlar olup biterken, İstanbul bambaşka bir gündemle meşguldü. 16 Aralık’ta başlayan Londra Görüşmeleri’nde ‘Edirne’yi Bulgarlara bırakacağı’ söylenen Sadrazam Kamil Paşa bir darbeyle indirilecek, yerine İttihatçı Mahmut Şevket Paşa getirilecek ve yaklaşık 5 yıl süren İttihat-Terakki iktidarı başlayacaktı.
Haziran-Temmuz 1913 arası dönem, savaş ganimetlerinden memnun olmayan Balkan Devletleri’nin arasında çıkan çatışmalarla geçecek ve tarihte 2. Balkan Savaşı olarak anılacaktı. Savaşta Rusya’nın kayıtsız desteğini aldığına inanan Bulgaristan’ın, Yunanistan’la savaş halinde olmasından yararlanan Binbaşı Enver, 23 Temmuz’da Edirne’yi tekrar alacak ve “Edirne Fatihi” olarak anılmaya başlayacaktı. Enver Paşa’nın binbaşılıktan generalliğe terfi edilişi de bu olaya rastlar.
[box_light]Sahip Çıkılamayan Emanet: Rumeli[/box_light]
Edirne’nin geri alınışı, Osmanlı için büyük bir moral kaynağı olsa da devlet, hazırlıksız yakalandığı savaşa çok büyük kayıplar vermişti. 1912 yazında bir ‘Balkan ülkesi’ olan Osmanlı; çok değil, sadece 1.5 yıl sonra kendini Trakya’ya sıkışmış bir halde bulacaktı. Zira Selanik’ler, Üsküp’ler, İşkodra’lar, Yalta’lar artık çok uzaklarda kalmıştı. Daha dün, merkeze bağlı birer vilayet olan topraklar kendisine başkaldırmış, bununla da yetinmeyip onu dize getirmişti. Bütün bunlar 100 yıl önce bu topraklarda olup biten gerçeklerdir. Tarihin amacı, hiçbir zaman birilerini mahkum etmek olamaz, olmamalı! Ancak, ‘Bu kaybın ve bozgunun sorumlusu kimdir?’ sorusu, insanın aklını kurcalamıyor değil. Bürokrasi mi, yoksa ‘devletin atîsinden imanı kadar emin olanlar’ mı? Karar vicdanların…
Not: Bir sonraki yazımda, Balkan Savaşları sırasında ve sonrasında Rumeli’de ortaya çıkan katliam ve mübadele olaylarını sizlerle paylaşacağım.
[box_dark]KAYNAKÇA[/box_dark]
- NTV Tarih Dergisi, Ekim 2012 Sayısı
- Derin Tarih Dergisi, Ekim 2012 Sayısı
- http://www.akintarih.com/turktarihi/osmanli/balkansavaslari/balkansavaslari.htm
- http://www.analitikbakis.com/NewsDetail.aspx?id=52713
- http://greekturkish.fr.yuku.com/topic/552#.UXRQzaKSKRw