Salt içinde bulunan insana değil bütüncül bir insanlığa ket vurmayı kendisine misyon bellemiş tecrite tepki olarak başlatılan ve kısa süreli bir zafer getiren 96 Ölüm Oruçlarını, 2000’li yıllarda daha şiddetli oruçlar izlemiştir. Şiddetin sebebi, artan tıbba rağmen bedenleri öldüren şey, yani geçen zamanda aileler ve tutsaklar kadar devletin de kendini geliştirmesiydi kuşkusuz. Ailelere bu kez kamuoyu oluşturmaları bazında müsaade verilmeyecek ve bütün bir toplum hafızasına nedeni, nasılı ve haliyle de temeli belli olmayan bir mesaj verilecekti.
[box_dark]Tufan Dedim[/box_dark]
Operasyon bağıra bağıra gelmişti. Yükselen ayak seslerinin zelzele etkisi yaratması Ulucanlarda şekil alsa da; mahkumların kendilerini müdahaleye koşullandırmaları mümkün olsa da, kimse 19 Aralık sabahı uyandığı tabloyu hayal dahi edemezdi. 18 Aralık günü bakanlık F tipine tahliye kararının ertelendiğini duyurmuştu zira. Bu iyimserlik havasından sıyrılamadan ertesi günü; eylemde sayısı 48 i bulan, 21 cezaevine 10 bin kişi ile eş zamanlı müdahale gerçekleşmiştir. Müdahalede görev alan asker sayısı ve kullanılan silah ve bomba çeşitliliği gerçek tabloyu görmemize bir süre engel olmuşsa da bombaların sisleri dağıldığında adı hayata dönüş operasyonu olan müdahaleden 2’si asker 32 ölü ve 500’ü aşkın yaralı çıkmıştır.
[box_dark]19 Aralık[/box_dark]
Sabah saat 4.30’da cezaevleri bot, helikopter ve makine sesleri duyarak uyandı. Apar topar hazırlanıp siper almaya doğrulan mahkumlar, “teslim olun!” çağrıları eşliğinde uykularından ayılmış ve direniş cevabı ile de gaz ve kurşun yağmuruna tutulmuştu. İlk atılan gazların alışılageldik gaz tipleri olduğunu belirten mahkumlar; gün ağardıktan sonra iş makinelerinin de harekâta dahil olduğunu, çatılardan ise ayrıca bir çalışma yürütüldüğüne değinmişlerdir. Birkaç gün önce tadilat gerekçesi ile incelenen çatıların, esasen harekat için hazırlandığını bilmiyorlardı. Çatılardan açılan deliklerden gaz yağmuru sürüyor, havalandırmaya kaçmaya kalkan mahkumları orada da mermiler karşılıyordu. İlk atılan bombaların ardındansa bir çok mahkum için ne olduğunu dahi bilmedikleri bir bomba bekliyordu: Sinir bombası. Solumanızdan itibaren sinir sisteminizi ele geçiren bu bomba, bir çok mahkumun bilinçsizce çığlıklar atarak kendine veya yakınındakilere zarar vermesine yol açmıştır. Uzmanların raporlarına göre üzerinde “insansız alanda kullanın'” yazan bu bombaların 20 gramı dahi 30 dakika solunması halinde bir kişiyi öldürebilecekken, bu gazlardan 4 gün boyunca 35 gramlık kapsüller halinde yararlanılmıştır. İlk anda müdahaleyi durdurmak ve askerin ilerleyişini kesmek için kendini yakanlar olsa da asker durmamaya kararlıydı.
[box_dark]Diri Diri Yaktılar Bizi![/box_dark]
Televizyonlarda sadece “Süren olaylar sonrasında Bayrampaşa Cezaevi’nde yangın çıktı, 6 kadın yanarak öldü.” dense de, 6 kadının nasıl yakıldığını öğrenmemiz, o koğuştan sağ kurtulmayı başaran Hacer Arıkan’ın ağzından dinleyince gerçekleşmişti. Sabah saat 05:00 civarında kaldıkları Bayrampaşa C-1 blokunda silah sesleri ve koğuştaki arkadaşlarının çığlıklarıyla uyandıklarını söyleyen Arıkan’ın anlatımlarına göre, askerler koğuşun kapısının önüne barikat kurarak dışarı çıkmalarını engelledi. Yoğun bir şekilde gelen silah seslerinin birden kesildiğini ama bu kez askerlerin balyozlarla üst koğuşun tavanını delmeye başladığını fark ettiklerini anlatıyor Arıkan:
“Açılan deliklerden beliren maskeli timler, mazgallardan ve camlardan bombalar fırlatmaya başladı. Aynı zamanda içeriye silahlarla ateş ediliyordu. O anda koğuşun camlarını kırarak içeriye atılan bombaların bazılarını dışarıya fırlattık ve bu bombardımandan kendimizi korumak için tek yer olan camın altındaki duvara sığındık. Bu defa camlardan ateş bombaları fırlatılmaya başladılar, yataklar tutuştu. Ateşi söndürdük. Tam koğuştan çıkıp alt katta bulunan yemekhaneye yöneliyorduk ki, koğuş tavanında açılan deliklerden bir tanesinden hortum sarkıtıldı ve içinden odaya bir sıvı yayıldı. O anda beynimden aşağı bir ısı hissettim ancak alev almadığım için yandığımı anlamadım. Saat öğlen 12.00 olmasına rağmen attıkları bombalardan içerisi simsiyah olmuştu.
Nilüfer Alcan isimli arkadaşımıza çıkmamız gerektiğini söylüyordum. Şefinur isimli bir başka arkadaşımızı kapıya kadar sürükledim. Gülseren ise camdan ‘yanıyoruz’ diye bağırıyordu. Kapıya giderken yumuşak bir şeye bastığımı hissettim. Daha sonra Gülser Tuzcu’nun cesedi olduğunu öğrendim. Şefinur ve Gülseren arkadaşlarımın halini gördüğümde ise şok geçirdim. Yüz derileri sarkmıştı. Resmen damla damla eriyordu. Onlara yardım etmek isterken kalçama gelen sert bir cisimle yere düştüm.
Herhalde bomba isabet etmişti. Kalça kemiğim kırılmıştı ve kapının bulunduğu 1 metrelik mesafeyi bile geçemedim. Kalkamadım. Elbiselerim yanmazken yüzümde ve vücudumda müthiş bir ısı hissediyordum. Öleceğimi düşünür iken bir arkadaşım içeri girip beni kurtardı, beni yemekhaneye indirdiler ve en son canlı kurtarılan kişi ben olmuştum. Gardiyan odasında yanık merhemi olduğunu düşünmüştük ancak oraya da bomba atıldığı için arkadaşlar oraya gidemediler. Tekrar havalandırmaya çıktığımızda tazyikli sulara ve bombalara maruz kaldık. Daha sonra etrafımızı saran askerler bizi hastaneye götürecekleri yerde, derilerimiz dökülmeye devam ettiği halde, sürükleyerek kimlik tespiti yapmak üzere askerlerin bulunduğu bir odaya götürdüler. Burada uzun bir süre bekletildikten sonra önce Haseki Hastanesine, oradan da Cerrahpaşa Hastanesine sevk edildim.
Hastanede kaldığım üç ay boyunca yardıma muhtaç haldeydim. Ayağa kalkamıyordum. Buna rağmen ayağımdan zincirle yatağa bağlıydım. Mahkemeye çıkabilmek amacı ile kendi talebimle önce Bayrampaşa Cezaevi hastanesine oradan da Bakırköy Cezaevine geçtim.”
Tanık ifadelerine göre ilk etapta kadınlar tarafından önüne ranzalarla kurulan barikat sebebi ile kilitli olan kapı, aslında dışarıdan da kilitliymiş. Kadınlar gelen siyah dumanın alev almaya başlaması ve derilerinin naylonlar gibi yandığını fark etmelerinin ardından kapıyı açmaya çalışmış, ‘teslim oluyoruz’ demişlerse de devletin şefkatli kolları –reddedilmiş olmanın asabiyeti ile olsa gerek- kadınları o kimyasal yangına terk etmiştir. Kesinleşmemiş olmakla birlikte ifadeler doğrultusunda fosfat bombası denen ve kullanılması yasak olan bu bomba, işte bu 6 kadını, Hacer Arıkan’ın o gün hastaneye götürülürken ifade ettiği gibi: diri diri yakmıştı!
“ …
Altı kadındılar
ÖZLEM’le baktılar
NİLÜFER çiçekleriydiler yandı kavruldular
SEYHAN ırmağında yunup arındılar
YAZGÜL’lerinde yaşayacaklar… “ [1]
Şarkılara konu olan bu katliam hem devletin kendi halkına takındığı düşmanca tavrı ortaya koymuş hem de Cemile Zeynep Eryılmaz arkadaşımızın yazısında belirttiği gibi devletin ve adaletinin koruması altına aldığı kadınlara nasıl da şefkat gösterdiğini ispatlamıştır. [2]
Mahkumların direnişine çok büyük bir darbe indirmeyi başarmış olan devlet, akabinde de inşa ettiği ve kamuoyuna gururla takdim ettiği F tiplerine mahkumları yerleştirmeye önceliği direnen mahkumlara vererek başlamıştır. F tiplerine itiraz edenleri F tipi cezaevlerine yollayarak zaten “hayata dönüş operasyonu” adı ile ortaya koydukları soğuk mizah anlayışlarını pekiştiren yetkililer, her şeye rağmen süren ölüm oruçlarını ise yok saymamaya ağız birliği etmiştiler. Birinci yılının sonunda 122 kişinin ölüm çizelgesini ve daha da fazla ağır hastayı karşılarında bulan mahkumları ve yakınlarını daha acı bir gerçek bekliyordu: Tamamen silinmek.
[box_dark]Wernicke Korsakoff[/box_dark]
Vücuttaki enerji depoları glikojen, protein ve yağdır. Açlığın tüm dönemlerinde amaç, kan glikoz seviyelerini makul düzeylerde tutabilmektir. Ancak açlık başlayınca ilk önce glikojen depoları kullanılır ve yaklaşık 24 saatte tüketilir. Ardından yağ depoları enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlar. Son olarak proteinler kullanılır ki proteinler normalde enerji kaynağı olarak kullanılmaz ancak uzun süren açlıklar sonrası yapı taşları olan proteinler de enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlanır. 72 saatten sonra glikojen depoları tükenmiştir ve enerji üretimi için sadace yağ asitleri ve proteinler kullanılır. Yeterli sıvı alımı yoksa dehidratasyon nedeniyle kişi birkaç günde hayatını kaybeder. Yeterli sıvı ve elektrolit alan kişiler ise birkaç ay yaşayabilir. İşte su ve belli enzimleri tüketilen grevin ölüm orucuna dönmesi ile sadece belli vitaminleri tüketen bedenler 50. Günün sonunda beynin kendi hücrelerini parçalamasıyla, yani bedenin kendi kendini yemeye başlaması ile kaçınılmaz sürece girmiş olur. Kişi ya ölecektir ya da ağır fiziksel zihinsel bozukluklar yaşayacaktır. Wernicke Korsakoff ölüm orucu hastalığı olarak bilinir ve bu hafıza kayıplarının, konuşma ve yürüme bozukluklarının genel adıdır. 2000’li yıllarda başlanan ve 2002’de bitirilen oruçlardan bu yana 540 eylemci bu hastalıkla hayatlarına devam etmektedir. Büyük bir çoğunluğu orucun 50. Gününden sonrasını hatırlamadıklarını ifade ederken, bir kısmı için iş daha da zordur. Zira bellekleri artık kısa sürelidir. Yani bu insanlar, anı yaşamaya mahkum edilmişlerdir bu oruçlar sebebi ile.
Bu noktada hafızalarını ve direniş şarkılarını unutan bu insanları veya onların yakınlarını en çok hırpalayan şey ise yukarıda belirttiğimiz gibi yine hafızaya dair, toplumsal hafızaya. Aşağıda verili videoda göreceğiniz gibi bırakın nedenini, niçinini; ölüm oruçlarını ve hatta hayata dönüş operasyonunu hatırlamayan bir belleğiz biz. Hiçbirimiz WK hastası değiliz ama hatırlamıyoruz. Bu da operasyonun amacına ulaştığının ispatıdır; nedenini, nasılını ve temelini hatırlamadığımız bir mesaj var zihinlerimizde: SUS!
“SAKIN SUSMAYIN EFENDİLER, TAŞ OLURSUNUZ!”
KAYNAKÇA
http://bianet.org/konu/hayata-donus-operasyonu
1- GRUP YORUM -“DİRİ DİR YAKARLAR” adlı şarkıdan.
2- http://gazetebilkent.com/2014/06/10/kendilerine-feminist-diyen-bir-grup-kadin-2-dalgalari-isitin/
http://www.sosyalistforum.net/politik-gundem/49575-benim-hayatim-19-aralik’ta-bitti-hacer-arikan.html
http://bianet.org/biamag/insan-haklari/152223-19-aralik-ta-ne-olmustu
http://www.youtube.com/watch?v=aOScXidQmrs
http://www.haberlink.com/haber.php?query=55396#.U5uf6Pl_s2o