Avrupa’nın 16.yy sonrası tarihi ve yaşanan gelişmeler artık hiçbir şeyin eskisi gibi gitmeyeceğini göstermekteydi. Kilisenin reforma tabi tutulması Papa’nın ve Katolik kilisesinin evrensel gücünü kırmış, kiliseler merkezileşen devletlerin himayesi altına girmişti; Fransız Devrimi ile birlikte patrimonyal devlet sistemi değişmeye başlamış ve Sanayi İnkılabı ile de Avrupa’da aristokrasinin yerini yeni sınıflar almaya başlamıştı.
Bu değişim ekseninde belirli bir milletin belli bir toprak parçası üzerindeki hakimiyetine dayanan, tek millet ve tek kültürden ilham alan, merkezileşmiş ve meşruiyetini tanrısal bir güçten değil de seküler kaynaklardan alan egemen ulus devletler giderek yayılmaya başlamış ve imparatorlukların altını oymaya başlamıştı. 1648’de kanlı Otuz Yıl Savaşları’nı bitiren Vestfalya Antlaşması’yla kilisenin otoritesinin devlet üzerinden kaldırılması ve egemen devletlerin kendi sınırları için sınırsız güce sahip olmaları ulus devlet yapısının ilk adımları olarak görülebilir. Din eksenli bir hayat tarzını eleştiren Aydınlanma Çağı ve eşitlik, milliyetçilik gibi sloganlarla ortaya çıkan Fransız Devrimi ise ulus devlet mantığının oluşumunda bir hayli önemli yer edinmektedir.
Bir cemiyetin siyasi ve toplumsal bir kimlik kazanıp kollektif bir forma bürünmesindeki en büyük husus belki de Benedict Anderson’un kavramsallaştırdığı “matbaa kapitalizm”i (print kapitalizm) sayesinde olmuştur diyebiliriz. Anderson’a göre matbaa kapitalizmi ulusal gazetelerin yaygınlaşması ve roman türünün doğmasıyla, kapitalist güdülerle, birincil olarak kâr etmeyi amaçlayan matbaalar/basım evleri, aynı zamanda, belli bir toprak bütünlüğünü paylaşan insanların, Latince’den bağımsız, yerel dillerde ortak bir anlam dünyası yaratmasında çok önemli bir rol oynamıştır. 19. ve 20.yy.larda bu şekilde entelektüel sahada, elitler arasında ortak bir ulus fikri hızlı bir şekilde yayılmaya başladı. Edebiyattaki Romantizm akımı bu yeni modanın entelektüel sahadaki etkilerinden biriydi. Örneğin Yusuf Akçura “Üç Tarz-I Siyaset” isimli meşhur makalesinde İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık’ı analiz ederken milliyetçilik ve ulus-devlet fikrinin devrin en gözde akımı olduğunu ve bu akımın dünyada hızla yayılmaya devam edeceğini ifade ediyordu.
Uluslararası arenada da ulus-devlet ve self-determinasyon (milletlerin kendilerini yönetme hakkı) gibi konular 1815 Viyana Kongresi’nde dile getirilmeye başlanmıştı. Bu yıllarda Avrupa devletleri bölgede statükoyu sağlamak maksadıyla milliyetçiliğe ve ulus-devlet fikrine karşı birleştiler. Fakat Avrupa’da bu politika çift taraflı oynandı; Sırp ve Yunan milliyetçileri Osmanlı’ya karşı desteklenerek yalnızca belli başlı imparatorluklar, ulus-devlet ve milliyetçilik akımına karşı korundu. Viyana Antlaşması’yla kurulan düzen 4 Ocak 1918’de Wilson Prensipleri ile son bulmuştu, ABD kongresinde Woodrow Wilson tarafından öne sürülen 14 maddelik Wilson Prensipleri savaş sonrası kurulacak düzende her milletin kendi kaderini tayin etme hakkını esas olarak kabul ediyor ve bu şekilde başta Avrupa ve dünyada savaşları önlemek için köklü bir değişimi şart koşuyordu. Her ne kadar Wilson Prensipleri galip devletler olan İngiltere ve Fransa tarafından çok defa ihlal edilse de ulus-devlet eksenli düzen kurma anlayışı Orta ve Doğu Avrupa’da irili ufaklı ulus-devletlerin kurulmasında önemli bir rol oynadı. Yıkılan kadim imparatorluklar, Avusturya ve Osmanlı, ulus devlet anlayışına göre parçalara ayrıldı.
Sonuç olarak, Yeni Çağ ve Yakın Çağa baktığımız zaman Avrupa’daki köklü sosyal dönüşümler, reformlar ve devrimler kademeli olarak devlet mantığını ve sistemini de değiştirmişti. 1648’teki Vesftelya Antlaşması ile ortaya çıkan kendi sınırları içinde mutlak otorite sahibi devletler belki de bu dönüşümün ilk büyük adımı olarak tarihe kaydedilebilir. Elit sınıfın içindeki büyük dönüşüm ve “matbaa kapitalizm” de ulus-devlet mantığının halka sirayet etme sürecinde bir diğer önemli basamaktır. Her ne kadar Avrupa devletleri kendi içlerine statükoyu sürdürmek için 1815’te milliyetçiliğe karşı çıksalar da 19 ve 20.yy’larda kızgın uluslar ve sınıf mücadelesi Avrupa tarihini belirleyen en büyük faktörleri oluşturmuşlardır.