AB-Türkiye ilişkileri üzerine sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için ilişkinin tarihine hakim olmak gerekir. Ve bunu yapabilmek için Türkiye’nin AB’nin temelini oluşturan Avrupa Ekonomik Topluluğuna (AET) üyelik başvurusundan daha önceye gitmek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki devlet felsefesine bakmak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ülkesini Avrupa medeniyetinin bir parçası haline getirmek istemiş ve bu hedefiyle uyumlu batılı politikalar uygulamıştır.
29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada Türkiye’nin, Batı medeniyetinin bir parçası olması dilek ve isteğini şu şekilde ifade etmiştir:
“Ülkemizi modernleştirmek istiyoruz. Bütün gayretimiz Türkiye’de modern, yani Batılı anlamda bir hükumet meydana getirmek içindir. Uygarlığa girmek isteyip de, Batı’ya yönelmeyen ulus hangisidir?”
Kuruluşundan itibaren yönünü batıya ve batılı kuruluşların parçası olmak için çaba harcayan Türkiye 31 Temmuz 1959 tarihinde Avrupa Ekonomik Topluluğunun(AET) üyesi olmak için başvuruda bulunmuştur.
Türkiye’nin başvurusu üzerine 11 Eylül 1959 tarihinde toplanan AET Bakanlar Konseyi’nin ilk başkanı Walter Hallestein’ın Türkiye’ye olumlu yaklaşımı taraflar arasındaki ilişkilerin hız kazanmasını sağladı. Oldukça uzun geçmişe sahip olan AB-Türkiye ilişkileri tüm iniş çıkışlarına rağmen fazlasıyla önem arz eden bir süreci ifade etmektedir. Şu ana kadarki tüm olumsuzluklara rağmen birbirinden vazgeçmemiş olan bu ikili arasındaki ilişkiyi başlatan resmi belge, Türk hükumetiyle topluluk sorumluları arasında 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması’dır.
AB’yi beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser olarak tanımlayan İsmet İnönü’nün anlaşma imzalanırken ağzından dökülen sözcükler hafızalardaki tazeliğini halen korumakta:
“Bugün imzaladığımız anlaşma bizi sonsuza dek bağlamıştır.”
Aynı anda anlaşma salonunda Hallstein da Türkiye’nin Avrupa’ya ait olduğunu belirtmiş, böylesine olumlu havada süreç hızlanmış ve Türk tarafının Avrupa’nın bir parçası olma umutları artmıştır. Ancak -ne yazık ki- o dönem yakalanan bu hava uzun süre devam ettirilememiş ve yaklaşık yarım asrı geçgin süredir Türklerin tam üyelik hedefi gerçekleşmemiştir. Her ne kadar günümüzde müzakereler devam etse ve taraflar çaba harcadıkları izlenimini verseler de, Türkiye’nin halen neden birliğe üye olamadığı sorusu insanların zihinlerini meşgul ediyor ve kafalarını karıştırıyor. Bu kafa karışıklığı birçok etkenin sebep olarak öne sürülmesine beraberinde getiriyor.
Kimilerine göre Türkiye’nin AB’ye girememesinin ya da alınmamasının temel nedenlerinin birisi onun AB ile karşılaştırıldığında oldukça farklı dini ve kültürel farklılıkları bünyesinde barındırıyor olmasıdır. Türkiye’nin sahip olduğu İslam kültürü bu insanların gözünde Türkiye’nin üyeliğinin önündeki en büyük engel. Ancak ana sebep Türkiye’nin farklı bir dine ya da kültüre sahip olmasından öte, bünyesinde barındırdığı kültürün değiştirilmesinin ya da asimile edilmesinin oldukça güç olması. Türkiye’nin dışişleri eski bakanlarından Şükrü Sina Gürel Avrupa ülkelerinin Türkiye’yi Avrupa’nın bir parçası olarak görmediklerini belirtiyor. Ona göre Avrupa’da iki tür insan var: İlki kıtanın kökeninin Eski Yunan ve Roma medeniyetlerinde bulunacağına inanlar. Diğerleriyse Avrupalılığı Hıristiyanlık olarak görenler. Onlara göre Türkiye bir başka dünyanın parçasıdır. Avrupa’daki birçok insan Türkiye’yi kendi medeniyetlerinin antitezi olarak değerlendiriyor.
Türkiye ile AB arasındaki kültürel ve dini farklılıkları göz önünde bulunduran ve dile getirenler yalnızca Türkler değiller. Bazı Avrupalılar da bu şekilde düşünüyorlar. Onlara göre AB yalnızca ekonomik ya da politik bir varlık değil aynı zamanda tüm Avrupa ülkelerinin Hıristiyanlık çerçevesinde birleşmesini, kısacası tek bir Avrupa devleti oluşturmayı hedefleyen büyük bir medeniyet projesidir. AB’ye üye kimi ülkelerin siyasi isimleri bu fikri dillendirmektedirler. Almanya’nın eski başbakanlarından Helmut Schmidt “Die Sclbstbehauptung Europas-Perspectiven für das 21 Jahrhundert” (Avrupa’nın Kendini İdamesi – 21. Yüzyıl İçin Perspektifler) kitabında Türkiye’nin neden birliğe alınmaması gerektiğini şu ifadelerle dile getiriyor:
“Başbakanlığım dönemimde Türkiye’yi birçok defa ziyaret ettim ve Türkiye uluslararası kredi alabilsin diye büyük uğraşlar verdim. Kendimi her zaman Türklerin yakın dostu ve komşusu olarak gördüm. Ancak tüm bunlara rağmen Türkiye Avrupa’ya alınmamalıdır diyen Fransız dışişleri eski bakanı Andre François Pochet’ye katılıyorum. Avrupa Birliği’nin Türkiye ile arasındaki kültürel farklar Rusya ve Ukrayna’yla olanlara nazaran daha derindir. Türkiye’nin üyeliğini destekleyen bir kişi aynı zamanda ileride Mısır, Libya, Cezayir ya da Fas gibi ülkelerden gelecek katılım talebine nasıl karşılık vereceğini de göz önünde bulundurmalıdır. Tüm bu ülkeler farklı kıtadadırlar ve AB’yi Asya ve Afrika’ya doğru genişletmek doğru olmaz.”
Her ne kadar kültürel ve dini farklılıklar kimi çevrelerce Türkiye ve Avrupa’nın bir araya gelmesini engelleyen sebepler olarak düşünülse de bu farklılıkların temel ve bağlayıcı sebep olmadığını dile getirenler de mevcut. Neden sorusu karşısında bu kişiler “eğer temel sebep bu olsaydı müzakereler hiç başlamamış olurdu” cevabını vermektedirler ve Lizbon Anlaşması’nın AB’nin dini bir kurum olmadığını ispatladığını öne sürmektedirler. Türkiye’nin dışişleri eski bakanlarından İlter Türkmen de böyle düşünenlerden. Sayın Türkmen bazı Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin AB’ye üyeliği hakkında çekincelere sahip olduğunu ancak bu çekincelerin hepsinin yalnızca Türkiye’nin Müslüman kimliğinden kaynakladığını söylemenin yanlış olacağını belirtiyor. Çünkü eğer öyle olsa Türkiye’yle müzakerelerin hiçbir zaman başlamamış olacağını savunuyor.
Bu yazımızda tartışmanın odağını oluşturan din ve kültür farklılıklarını bir kenara koyarsak, Türkiye aynı zamanda birçok olumlu özelliği bünyesinde barındırıyor. Genç ve dinamik nüfusu, jeopolitik konumu, 2000’lerin ilk yıllarına oranla gözle görülür ekonomik kalkınma bu özelliklerin en dikkat çekenleri. Bu özellikler ve özellikle de Gümrük Birliği Türkiye’yi Avrupa’nın gözünde yeri doldurulamaz bir konuma yerleştirmektedir. Kısacası genel Avrupa kanısı Türkiye’nin Avrupa üyeliğine karşı görünse de, aslında Türkiye’den tamamen de kurtulmak istemiyor, kaybetmeyi göze alamıyor. Örneğin, AB’nin Türkiye’nin üyeliğine dair yayımlamış olduğu son rapor mevcut hükumeti ve işleyişi ağır bir şekilde eleştirmektedir. Ancak yine de Türkiye’den uzaklaşmamışlardır.
Brüksel’deki liderler Türkiye’yi kaybetmenin onunla beraber birçok avantajı da beraberinde kaybetmek anlamına geleceğini biliyorlar. Ve Türkiye’yi ne tam üye sıfatıyla bünyelerine almayı ne de onu tamamen kaybetmeyi göze alan AB, Türkiye’yle ilişkilerinde yeni alternatifler peşinde koşuyor. Son dönemlerde iyiden iyiye dillendirilmeye başlanan “ayrıcalıklı ortaklık” da sanıyorum bunun en açık örneklerinden birisi.