Bir martının kanadında süzülüyorum, denizin üzerinden İstanbul’a dair her şeyi görüyorum şimdi… Şehirden uzağım.
Fatih’in, bin bir hayallerle fethettiği İstanbul…
Şairlerin, sayfalarca şiir yazdığı İstanbul…
Bütün şehri geziyorum. İçimde garip bir hüzün, kalbimde bir parça hayal kırıklığı… Sıradanlaşmış beton yığınlarının arasından geçiyorum, tek bir ağaca hasret kalıyorum. Sahafları görüyorum nihayet; bir parça tarih diyorum, bir umut ekiyorum kalbime. Biraz daha ilerliyorum, Sarayburnu ile Sultanahmet arasında uzanan Gülhane Parkı’nı görüyorum. Burası orası, dünden bugüne biriken bütün zenginliklerin birleştiği yer. Burası Gülhane, yaşama tanık olan yegâne mekanlardan biri. Burası 623 yıllık Osmanlı tarihinin arka bahçesi.
Bir parça deniz, bir avuç yeşil, çokça tarih barındırır Gülhane… Burası; siyah beyaz şehrin, yeşil mavi umudu.
Renk renk çiçekleri, çeşit çeşit ağaçlarıyla ün kazanmış olan Gülhane, bünyesinde 200-300 yıllık dev çınarları barındırıyor. İnsan ömrünün 3 katı ömürleri olan bu ağaçlar, Gülhane’nin simgesi adeta. Onlar burada öyle güçlü ve derin kökler salmışlar ki bakarken anlayamıyorum; Gülhane’deki çınarların kökleri mi daha derinde yoksa Gülhane’nin tarihte saldığı kökler mi daha derinde?
Parkın Bab-ı Ali kapısına doğru ilerliyorum; kafamda bastıramadığım bir merak, kalbimde bir parça heyecan var. Parkın bu tarafında 300 yıllık bir ağaç karşılıyor beni. İstemsiz olarak başımı eğiyorum karşısında. “Taşlı Çınar” fısıldıyor yüreğime hikâyesini…
“On yıl öncesine kadar, gövdemin üçüncü metresinde iri bir taş vardı.” Kendimi, gövdesini incelerken buluyorum ve yukarıda derin büyük bir oyuk görüyorum. Kafam karışıyor. Dinliyorum.
“Taş söküldüğü için şu an yerinde derin bir boşluk var. Bu taş yüzünden taşlı çınar derler bana. Taşı mı merak ettin? Hakkımda yıllardır anlatılan öykü şudur:
Taş İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’ya giden Fatih’in bindiği ünlü beyaz atın nalından sekerek ağaca saplanmış. Ben burada öylesine güçlü kök salmışım ki şimdi taşın yeri 3 metre yukarıda, yani ben tarihim!”
Belli belirsiz gülümsüyorum. Şaşkınlık içinde devam ediyorum yürümeye. Meydana gelince duruyorum. Usul usul yağan yağmuru dinliyorum, bir şeyler fısıldıyor gibi…
“Burası kaderlerin değiştiği yer. Osmanlı’nın kalbi burada atar. Burası Tanzimat Fermanı’na, ‘Gülhane Hattı Hümayun’ ismini vermiş yer.‘’diyor damlalar. Bir hayali görür gibi canlanıyor kafamda 3 Kasım 1839. Gülhane Parkı’nda devlet ileri gelenleri toplanmış, padişah da bizzat burada. Mustafa Reşid Paşa yabancı devletlerin elçileri ve büyük bir halk topluluğunun huzurunda fermanı okuyor. Özellikle orada bulunan elçiler, her maddeyi devletlerine iletmek için büyük bir dikkatle not alıyorlar çünkü; bu ferman batılılar için belirli ayrıcalık ve önceliklerin yerleşmesinde çıkış noktası oluyor. Azınlıklar, ticaret ve politika hayatında büyük avantaj kazanıyorlar.
Cemil Meriç‘in ifadeleriyle belirtecek edecek olursak;
“Tanzimat, uçuruma açılan bir dehliz. Bu tereddîler berhazında düşe kalka ilerleyen kervanın öncüsü ulemâ değil, artık. Üç beş şâir, bir iki gazeteci. Yani bir avuç kalem efendisi. Hepsinin ortak vasfı Batıcılık. Bunun için onlara müstağrib diyoruz. Birer çocuklu ilk müstağribler, şımarık, hayalperest. Mefhumlarla ve müesseselerle oynuyorlardı. Binbir hayalle yelken açtıkları küfür diyarından kanatları kırık, kalbleri mahzun döndüler…”
Bu tarihten sonra, yüksek kademedeki yöneticiler ve saray halkı batılı yaşama yanaşıyor. Çok önemli yasalar hazırlanıyor. Fakat bu ayrıcalıklar, yasalar ve batılılaşma yüzeysel nitelikte kalıyor. Yeterli altyapı hazırlanmadan yapılmaya çalışılan yenilikler, uzun vadede sorunlara yol açıyor. Bunlardan en önemlisiyse ilk kağıt paranın basılmasıdır. Ancak, para karşılık gösterilmeden basıldığı için, kısa bir süre sonra değeri hızla düştü. Yalnızca bu da değil; eskiden azınlıklar askere gitmez, bunun yerine ‘Cizye’ adı verilen bir ödenek verirlerdi. Tanzimat’a göre, onlar da Müslümanlarla eşit oldukları için askere gitmeleri gerekirdi. Fakat azınlıklar askere gitmek istemediler. Cizyenin toplanması işi de patriğe verildi. Sadece bunlarla sınırlı değildi uyuşmazlıklar. Ferman Osmanlı halkı içinde, çok farklı yorumlandı.
Müslüman halk gayrimüslimlerle aynı kefeye koyulmaktan hoşnut değildi. O tarihte yaşananlara bizzat şahit olan ABD’li misyoner ve eğitimci Cyrus Hamlin:
“Hatt’ın ilanı memlekette büyük bir hayret ve şaşkınlıkla karşılandı. Müslümanlar, Hatt’ı lanetle anıyorlardı. Şeriatın çiğnendiğini, Müslümanların gavurlarla aynı seviyeye indirildiğini iddia ediyorlardı. Hıristiyan tebaa ise, (ilk başta temkinli olmakla birlikte) Hatt’a yeni bir çağın başlangıcı gözüyle baktılar. Hatt’ın ilanı İngiliz siyasetinin bir zaferi idi. Hatt’ın gerçek değerini, halk arasında yarattığı etkide aramalıdır.”
derken buna dikkat çekmek istemiştir.
Kısacası; bu ferman Osmanlı Devleti için ilerleme amacıyla, değiştirilerek hızlandırılan bir gerileme sebebi oluyor.
Son Osmanlı Vakanüvisi, Abdurrahman Şeref Efendi’nin nakline göre: “Galata’da Voyvoda Karakolu’nda kumandan bir tabur ağası var imiş. Ahali-i Hıristiyaniyye(Hıristiyan ahali) ara sıra bir Müslüman’ı yakalayıp karakola götürür ve “Bana gâvur dedi” diye mücazatını(cezalandırılmasını) ister imiş. Tabur ağası “Ay oğul anlatamadık mı? Şimdi Tanzimat var, gavura gavur denmeyecek. Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti!” diye kabahatliyi tekdir ve tevbih eyler(azarlar) imiş.
Osmanlı halkı zaten fazla karmaşa sevmezdi. Uzun maddeler, laf kalabalıkları onlara göre değildi. Onlar Tanzimat’ı tek madde ile özetlediler: “Bundan gayrı Mülk-i Osmani dahilinde gavura gavur denmeyecek!”
Yağmur azalıyor, Gülhane fısıldıyor…
Adım adım yürüyorum, kafamı kaldırıp “İskenderiye Papağanları”’nı görüyorum bu kez. Savaş mültecisi zavallı yeşil kuşları görüyorum. Cıvıldıyorlar kulağıma:
“Buralı değiliz,
bakma öyle,
Irak’tan geldik sürülerce,
uçtuk kilometrelerce
savaşın sesi bastırdığında sesimizi
Bizler de kaçtık çaresizce. ”
Buradaki çınarlara yuva yapmış bu güzel kuşlar. Gülhane’nin bilgeliğine sığınmışlar. Onlar da mutlular şimdi çınarların güçlü gövdelerinde.
Meydana doğru ilerliyorum. Atatürk heykelinin önünde duruyorum. Yanımda Sarayburnu, karşımda heykel… Derinden boğuk bir ses geliyor. Heykel anlatıyor :
“Burası değişimin evi çocuk, burası Ulu Önder’in ilk dersini verdiği yer. Latin harflerini tanıtmak için burayı seçti çünkü o zeki bir liderdi. Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet kurarken, en büyük düşmanının, eski ile yeniyi ayırt edemeyenler olduğunu biliyordu. Bu yüzden, dil ve devlet arasındaki ilişkiyi kurdu ve Osmanlı’nın arka bahçesinde -herkese meydan okurcasına- tahta başına geçti. Önemli olan yalnızca devrime inanmak değil, yerine ve zamanına akıllıca karar vermekti. Hatta önemli olan bir devlet kurmak değil, kendine inancını kaybetmiş bir halkı ayağa kaldırmaktı. Onları okuyabilir, düşünebilir hale getirmekti. Harf devrimi sayesinde, okuryazarlık oranları da arttı. Mustafa Kemal’in bizzat tanıttığı yeni alfabe işe yaradı ve yeni bir dönem başladı.
Sene | Okur yazar oranı |
1923 | %2,5 |
1927 | %10.5 (1927 resmî sayımlar) |
1935 | % 20.4 (1935 sayımları) |
O, kara tahta başında yalnızca Latin harflerini tanıtmıyordu, Atatürk o tahta başında; bir ulusun tarihini yeniden yazıyordu. O, baş öğretmendi. ”
Duygulanıyorum, gururlanıyorum…
Derin bir nefes alıyorum temiz havadan, yürüyorum. Bir ceviz ağacının gölgesinde oturuyorum. Toprak fısıldıyor ruhuma geçmişini, başlıyor anlatmaya:
“Toplantı yapmanın ve herhangi bir şekilde toplanmanın yasak olduğu dönemlerdi, siyaset konuşulmazdı o zamanlar. Komünizmin ise adı bile geçmezdi. Komünizmi sembolize eden, kırmızı renk bile yasaktı… O zamanlar devlet büyükleri ne kadar inatsa, Nazım Hikmet iki katı inattı. Soyadını kırmızı bir meyve olan “Nar” olarak alamayacağı için “Ran” demişti. Peki, böyle birinin fikirleri, sohbetleri nasıl engellenebilir? Nazım ve arkadaşları, buradaki ceviz ağaçlarının gölgesinde “Piknik” yapmaya başlarlar. Ve şu an oturduğun yer, onların siyasi toplantılarına ev sahipliği yapar. Kimse de bunu fark edemez. Mavi gözlü dev sürgündeyken hatırlar o güzel günleri, her şeye rağmen hasret duyarcasına bu meşhur dizeleri yazar:
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Hava kararıyor, ben artık çıkışa yöneliyorum. Günün yorgunluğu üzerimde, kafamı kaldırıp eskimiş duvarlara bakıyorum… Duvarlar fısıldıyor kalbime:
“Gazi Mustafa Kemal’in naşının, İstanbul’daki son töreni burada yapılmıştı. Ulu önder 19 Kasım 1938’de buradan Ankara’ya uğurlandı… 12 generalin omuzlarında yükselen tabut Yavuz zırhlısına konuldu. Bütün ağaçlar selama durdu, kuşlar sustu, martılar ağladı… Bu onun İstanbul’a vedasıydı. ‘’
Gözlerimden süzülen yaşlara mâni olamıyorum, veda ediyorum siyah beyaz şehrin, yeşil mavi umuduna. Sirkeci’den vapura biniyorum. Bir simit alıyorum, savuruyorum martılara; teşekkür edercesine…