Serinin ilk yazısı için: http://gazetebilkent.com/2016/12/27/ittihat-ve-terakki-i-1908e-giden-yolda-jon-turkler/
…
‘‘Hürriyet, kardeşlik, eşitlik’’ sloganlarıyla II. Meşrutiyet ilân edilmiş, yapılan seçimlerde ‘Hürriyet savaşçısı’ İttihatçılar, galip gelmişlerdi; fakat İttihatçıların yeni iktidar düzenine alışması zaman alacaktı.
Acı hakikat odur ki, İttihatçıların iktidara geldiklerinde uygulayabilecekleri kapsamlı ve teşkilatlı bir programları yoktu. Yani İttihatçılar, İhtilâl’den sonra, tabiri caizse, bir siyasi boşluğa düştüler. İhtilâl öncesi Paris kongrelerinde geniş planlar yapmışlar, siyasi taslaklar hazırlamışlardı ama şimdi bunların İmparatorluk iktidarı için yetersiz olduğunu fark etmişlerdi. İttihatçı kadroların o güne gelene dek öncelikli amacı, Abdülhamid’i devirmek ve Meşrutiyet’i ilân etmekti. Amaçlarının bir kısmına ulaşmışlar ve şimdi plansız kalmışlardı. İşte bu yüzden kabineyi, yani iktidarı, yarım elle tuttular.
Ayrıca, İttihatçılar, yeni dönemin aktif siyaset ortamına ayak uydurmakta da güçlük çekiyorlardı. Çünkü Cemiyet, Meşrutiyet öncesi Abdülhamid döneminde gizlilik ve hiyerarşi içerisinde hareket etmeye alışmıştı ve bu yeni düzen, Cemiyet’in DNA kodları ile çelişiyordu. Bu gizlilik, Cemiyet’in sertçe eleştirilmesine sebep oldu; basın içerisinde İhtilâl’i desteklemiş olanlar arasında da İttihatçılara karşı sesler yükselmeye başlamıştı. Bu muhalif seslerin en kuvvetlilerinden Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey, 6 Nisan 1909 günü Galata Köprüsü’nde vurularak öldürüldü. İşte bu olay, adeta bir fitili ateşlemişti. Protesto için toplanan Hukuk ve Mülkiye mekteplerinden öğrenciler, Beyazıt Meydanı’nda gösteriler yapmaya başladılar.
Başlangıçta ağırlıklı olarak liberal görüşlere sahip ve İttihatçılara muhalif olan grupların gösterileri olarak başlayan olaylar, bir anda İttihatçılar’ın Meşrutiyet’i korumak için kurduğu alaylı Avcı Taburları’nın ve bazı dini grupların da ayaklanmaya katılmasıyla kimin hangi amacı güttüğünün hiç belli olmadığı bir tür kaos içinde kaosa dönüştü. Tarihçi İlber Ortaylı’nın aktardığına göre, o dönem komünist gruplar bile sokaktaydı[1]. İşte bu ortamda, İstanbul’dan Selanik’e yollanan ‘’Meşrutiyet mahvoldu’’ telgrafıyla Hareket Ordusu, İttihatçılar tarafından isyanı bastırmak için İstanbul’a davet edildi. Hareket Ordusu ile diğer Türk taburlarını çatıştırmak istemeyen II. Abdülhamid, bu ordunun İstanbul’a girişine engel olmadı ve Hareket Ordusu, İstanbul’daki isyanı bastırdı. Tarihsel verilere göre bu ayaklanma, Meşrutiyet düzenine karşı bir ayaklanmadır. 31 Mart Ayaklanması’nın ardından Sultan Abdülhamid tahttan indirilerek yerine Sultan V. Mehmed Reşad getirildi. Yeni Padişah bu dönemde geri planda kalarak İttihatçıların güce ulaşmasının önündeki bir engeli daha kaldırmıştı.
İttihatçılar, Eylül 1909’da Selanik’te düzenledikleri bir kongrede, 31 Mart Ayaklanması’nı ve yeni Meşrutiyet düzenini tartıştılar. Fırka (parti) olmak ile gizli bir cemiyet (topluluk) olarak kalmak arasında kalan delegeler, partileşme yolunu seçtiler. Diğer bir konu olan asker-cemiyet ilişkisi ise yine sürüncemede kalmıştı. Ayaklanmadan sonra, askerin siyaset içinde aktif bir rolü olmamasının en doğrusu olacağını düşünmeye başlayan Mustafa Kemal, kongrede, siyasetteki askerlerin, askerlik görevlerini veya siyaseti bırakmaları gerektiği yönünde görüş belirtti. Bu görüşleri fazla destek görmedi, bunun üzerine Kolağası Mustafa Kemal ve aynı görüşteki Kolağası arkadaşı Kazım Karabekir, İttihat Terakki Cemiyeti ile aralarına mesafe koyarak siyasetten uzaklaştılar.
Cemiyet içindeki bu tarz görüş ayrılıkları, kuvvetlenerek artmaya başlamıştı, 1911 Kongresi’nde muhalifler partiden ayrılarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı kurdular. Bu kongrenin ardından gidilen seçimler; Hürriyet ve İtilaf Fırkası adaylarının İttihatçılar tarafından sopalarla dövülmesi, yakılmış ve yırtılmış oyların bulunması, listelerin ve oyların yolsuzlukla değiştirilmesi sebebiyle tarihe, Sopalı Seçimler olarak geçti. Her yerde İttihatçı adaylar kazanmıştı. Fakat bu yolsuzluklara dayanamayan Hâlâskâr Zâbitân adı verilen bir cunta, verdiği muhtıra ile seçimden sonra kurulan İttihatçı kabinenin istifa etmesini istedi. Bu istek yerine getirildi ve Kamil Paşa önderliğinde Hürriyet ve İtilaf Fırkalılar’dan oluşan bir kabine kuruldu.
Bu olaylar zarfında, ordu içinde büyük bir kutuplaşma oluşmuş, İttihatçıları destekleyen paşalar ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı destekleyen diğer paşalar arasında adeta bir soğuk savaş başlamıştı. İmparatorluğun akıbeti, hiç iç açıcı görünmüyordu. Nitekim Ekim 1912’de patlayan 1. Balkan Savaşı’ndaki büyük hezimet, ardı ardına gelen inanılması güç bir hatalar zincirinin ve ordu içindeki bu kavganın bir sonucuydu. Savaş öncesinde, askeri istihbarat raporları aksini söylediği halde ‘‘Savaş tehlikesi yok’’ denilerek Balkanlar’daki ordunun uzman kadrosunun siyasi bahanelerle kaydırılıp terhis edilmesi ve İttihatçıların çoğunlukta olduğu Meclisi Mebusan’ın çıkardığı Balkan uluslarının İstanbul’daki Patrikhane’den bağımsız olarak kendi Ortodoks kiliselerini kurmalarının önündeki engelleri kaldıran Kiliseler Kanunu, savaş ilanı için sabırsızlanan bağımsız Balkan devletçiklerinin önüne altın değerinde bir fırsat çıkarmıştı. Tüm bunlara bir de, muharebeler esnasında siyasi görüşleri farklı olan paşaların birbirlerine yardım etmemeleri ve işbirliğinin bozulması gibi çileden çıkartan iç problemler de eklenince 600 yıldır Türk yurdu olan Rumeli toprakları, 10 ayda kaybedilmişti. Dahası, eski Osmanlı başkentlerinden Edirne, Bulgarların eline geçmişti. Ordudan arta kalanlar, İstanbul’a başları eğik bir şekilde dönerken sınır, başkentin 100 km yakınındaki Midye-Enez hattına kadar gerilemişti. Savaş sırasında, düşman tarafından Türk nüfusa yönelik katliamlar yapılmış ve büyük bir göç dalgası ile Rumeli’deki Müslümanların çoğunluğu İstanbul’a gelmişti. Halk genelinde büyük bir yılgınlık ve ümitsizlik vardı. Kısacası, Büyük Savaş’ın[2] arifesinde hazmedilmesi zor bir hezimete uğramıştık.
İşte İstanbul’daki bu kaos ortamında, İttihatçıların içinde sivrilen genç bir subay, Yarbay Enver, muhtıra ile kaybettikleri iktidarı, bir hükümet darbesiyle geri aldı. Babıali Baskını denilen bu darbenin ardından genelde İttihat ve Terakki Cemiyeti, özelde ise Enver Paşa, İmparatorluk’ta en büyük gücün tek ve gerçek sahibi olacaktı.
- Devam edecek…
Kaynakça
[1] İttihat ve Terakki, İlber Ortaylı ve Erol Şadi Erdinç, İnkılâp Yayınları, 2016, s. 58
[2] 1. Dünya Savaşı