Cenevizli denizci Kristof Kolomb 1492 yılında denize açıldığında yeni bir kıta bulmayı düşünmüyordu. Karayipler’e ulaşıp San Salvador adasına ayak bastığında karşısındaki insanları Hintliler zannetmekteydi ve buralar uzun süre Batı Hint Adaları olarak anıldı. Ancak işin aslı öyle değildi, sonraları bölgeleri haritalandıran Ameriko Vespucci ve Magellan gibi kaşifler yeni keşfedilen toprakların aslında farklı bir kıtaya ait olduğunu fark ettiler. Yağmaya, işgale ve köleleştirilmeye uygun bir kıta… 1492’deki keşfinin ardından çok süre geçmeden onlarca kâşif Karayipler, Mezoamerika ve Güney Amerika’yı keşfetmeye buradaki medeniyetleri tanımaya ve zenginliklerine kıskançlıkla bakmaya başlamışlardı. Yeni kıtanın Avrupalılar tarafından sömürülmeye başlaması uzun sürmeyecekti. Yüz yıldan kısa bir süre içerisinde Portekiz bugünkü Brezilya’daki, kendisinden katlarca büyük olan geniş ve verimli topraklardaki, yerlileri sindirmiş ve kolonilerini kurmaya başlamış, İspanya ise bugünkü adıyla Meksika ve Peru’da yerlilerle savaşlarına devam etmekteydi. Kolonicilik Avrupalı devletlere hayal edebileceklerinden çok daha fazla ekonomik kazanç sağladı. Bu ekonomik kazanç da İspanyollar için altın ve gümüş anlamına gelmekteydi. Yeni ticaret ağları ve bu geniş topraklardan gelen yeni ürünler, İspanya ve Portekiz gibi ülkeleri hayallerinin ötesinde zenginleştirebilir ve Müslümanlar tarafından domine edilen ticaretin merkezini Atlantik’e kaydırabilirdi. Yıllar sürecek olan kolonicilik çağında nice krallar ve kraliçeler gelip gitse de bu ülkelerin nihai amacı artık bu olacaktı.
16. yüzyılın başlarında, koloniciliğin erken dönemlerinde, Avrupa’da merkantilist düşünceler ortaya çıktı. Merkantilizmin savunucuları bir ülkenin ekonomisinin büyümesi için daha fazla altına ve gümüşe sahip olması gerektiğini savundular. Devletler buna ulaşabilmek için kendilerinden daha güçsüz olan toplumları, Amerika ve daha sonraları Afrika, sömürmekte ve değerli madenlerini hazinelerine katmaktaydılar. Aynı zamanda kolonilerinin vergilerini ve ticaretini sıkı şekilde denetlemekte, kolonilerinin sadece kendileriyle, bağlı oldukları devletlerle, ticaret yapmasını talep etmekteydiler. Merkantilizm düşüncesinin uygulanması denizaşırı bölgeleri korumak için savaşan denizde güçlü bir donanmayla ve ülkeler arasındaki ticaret deniz yollarıyla sağlanmaktaydı. Ayrıca bu kolonilerde çalışacak, madenlerden değerli mineralleri çıkartacak ya da tütün, şeker kamışı, çay gibi lüks tüketim ürünlerinin üretiminde çalışacak kölelere ihtiyaç duydular. Bunun için de Avrupa, Afrika ve Amerika arasında ‘Üç Köşeli Ticareti’ kurdular. Afrika’dan toplanan köleler (birinci köşe) Amerika’ya (ikinci köşeye) gönderiliyor ve buradaki üretimle Avrupa (üçüncü köşe) zengin oluyordu. Koloniciliğin karanlık tarihi de bu kısmından gelmektedir: Avrupa’nın materyalizminin altını insan hayatlarından üstün tutmasından.
Avrupalılar Amerika’ya gittiklerinde karşılaştıkları teknolojik açıdan kendilerinden yüzyıllarca geride kalmış ve ayrık durumda olan Aztek ve İnka gibi topluluklardır. Hatta Kristof Kolomb daha ilk seferlerinden birisinde yerlilerin kolayca köleleştirilebileceğini ve İspanyol krallığına hizmet edebileceklerini yazmıştır. Daha kurulan ilk şehirlerde alt insan olarak görülüp köleleştirilen yerlilerin durumu conquistadorlar, kolonilere gelen İspanyol askerler için kullanılan isim-fatih anlamına gelir-, geldikten sonra daha da kötüye gider. İspanyollar Avrupa’da bulunmayan ya da bulunması güç olan bazı kaynaklar için yeni keşfedilen kıtayı sömürmektedir. Sahip oldukları teknolojik avantaj ve Amerikalıların daha önce karşılaşmadıkları hastalıklara maruz kalıp birçoğunun hayatını kaybetmesinden dolayı İspanyollar sayıca yetersiz olsalar da Mezoamerika ve Güney Amerika’nın büyük bir kısmını yüz yıl gibi bir sürede ele geçirirler ve İspanya’yı ekonomik anlamda destekleyecek koloniler(viceroyalty) oluştururlar. Amerika’daki bu koloniler Avrupa’yı ekonomik anlamda desteklemekte ve gelen askerlere şan ve şöhretin yanında para da kazandırmaktadır.
Amerika İber yarımadasına, İspanya’nın bulunduğu yarımada, göre çok daha fazla kaynağa ve altın madenine sahiptir. 1500-1600 yılları arasında Amerika’dan İspanya’ya yaklaşık 200 ton altın ve 160 bin ton gümüş getirilmiştir. Getirilen bu miktar sadece İspanya’yı değil tüm Avrupa’yı ekonomik anlamda etkilemiş ve diğer Avrupalı devletleri de Amerika’nın zenginlerinden pay kapmak için cesaretlendirmiştir. Conquistador ve kaşifleri cesaretlendirense, tıpkı diğer yüzyıllarda olduğu gibi, altın arayışı ve kolay yoldan zengin olma hayalleri süslemiştir. Kıta keşfedileli 40 yıl olmuşken El Dorado, İspanyolca altından ya da altın ile kaplı anlamına gelen sözcük, adlı şehir birçok kâşifin aradığı yer olmuştur. Efsaneye göre Güney Amerika’nın sık ormanlarında yer alan bu şehir altın ve birçok değerli taşlarıyla beklemektedir. El Dorado’dan bahseden ilk kaşifler bu ülkenin kralının altın tozuna bulandığı bir krallıktan bahsederler. Muisca yerlilerinin, bugünkü Kolombiya bölgesinde yaşayan yerliler, bu tür bir geleneği olduğu ve kralın bu törene altına bulanmış şekilde katıldığı bilinmektedir. Belki de İspanyol kaşiflerin anlattıkları efsanelerin bir kısmı doğrudur.
El Dorado, izini süren onlarca kâşife rağmen 500 yıldır bulunamadı. Ancak bu efsane daha çoğunu kıtaya çekti. İspanyol Jimenez de Quesada ve İngiliz Walter Raleigh gibi maceraperestler altından şehri ararken Amazon ve And Dağları’nın bir kısmının haritalandırılmasında katkı sağladılar. Ayrıca her ne kadar El Dorado şehrini arayıp bulamadıklarını söylesek de İspanyollar Avrupa’ya tonlarca altın ve gümüş getirdiler. Hernan Cortes Azteklerin başkentine girdiğinde El Dorado şehrini bulmasa da krallığın sahip olduğu altını elde etmiş oldu. Francisco Pizarro Güney Amerika’da İnkalarla savaşırken bir o kadar değerli madeni ele geçirdi. El Dorado her ne kadar gizli bir şehir olarak tasvir edilmiş olup yüzlerce maceraperesti kendisine çekmiş olsa da Avrupa için El Dorado yeni kıtaların ta kendisiydi: Altın ve gümüşün tükenmediği, kolay fethedilebilecek topraklar…
İspanyolların Amerika’da başlattığı altın arayışı bu tür efsanelerde de kendine yer edinmiştir. El Dorado her ne kadar bir sır olarak kalsa da bu arayış, Avrupalıların ve koloniciliğin hangi hırslar üzerine kurulu olduğunun bir göstergesidir. Conquistadorlar tarafından altın, şan ve şöhret Amerika’da aranmış, yerliler ise bu arayışta ancak acı ve sefalet bulmuştur. Amerika Avrupalılar tarafından sömürülen ilk kıtadır ve sadece doğal kaynakları değil aynı zamanda insanları da bu sömürüde yer almışlardır. Kimi zaman ise bu sömürü Avrupalıların efsanelerinde ve kültürlerinde yer edinmiştir. Tıpkı kolonileşmiş Amerika’yı temsil eden El Dorado gibi…
Kaynakça:
Bullard, E. (2016, Ocak). El Dorado(Mythical City). Salem Press Encylopedia.
Lyons, J. D. (2017). “Master of the Conquest: Hernan Cortes Himself- Not Spanish Arms, Smallpox or Mesoamerican Allies- Was the Catalyst Behind the Stunning Defeat of the Aztec Empire. Military History, 30.
Pointing, C. (1991). The Spread of European Settlement. In C. Pointing, A Green History of The World (s. 121). Penguin Books.
Öne Çıkarılan Görsel: http://userscontent2.emaze.com/images/5f9df951-319b-41e1-a4f4-a34086ceccdd/856837ca-e4e2-4f8b-a62c-c0084da5cb09.jpg
Görsel1: https://media1.britannica.com/eb-media/70/166770-004-935741FC.jpg
Görsel2: http://www.illustrationartgallery.com/acatalog/20thCortezLL.jpg
Görsel3: http://www.nationalgeographic.com/content/dam/science/photos/000/247/24774.adapt.590.1.jp
Görsel4: http://s3-eu-west-1.amazonaws.com/lookandlearn-preview/B/B001/B001667.jpg