GazeteBilkent Bilim ve Teknoloji Birimi’nden Berkay Alp Çakal, Onur Özer ve Uğur Başçı olarak eski TÜBİTAK başkanı ve ODTÜ Fizik Bölümü öğretim görevlisi Prof. Dr. Namık Kemal Pak’tan röportaj isteğinde bulunduk. Türkiye’de yetişmiş en büyük bilim insanlarından biri olan Namık Kemal Pak, bu isteğimizi nazikçe kabul ederek hayatımıza yol gösterici olma niteliğinde çok keyifli bir konuşma verdi. Çocukluğumuzu başta Bilim-Çocuk kitaplarıyla süslediğini ve ülke bilim-teknolojisinin gelişmesine çok büyük katkı sağladığını düşünürsek Namık Kemal Pak’ın bu röportajı hepimiz için bir rehber değerinde.
[box_light]Ülkemizdeki bilimsel devrim hareketi neden bu kadar yavaş ilerliyor sizce?[/box_light]
TÜBİTAK vakası, 2013 Mayısı’nın sonunda başlayıp 1.5 yıl süren ciddi bir linç operasyonuydu. Bu operasyon, ABD’de 1950’li yıllarda yaşanan MacCharty Cadı Avı Operasyonu’nun benzerlerinden biriydi. Yakın tarihte de benzerleri olmuştu bu tür operasyonların. En büyüklerinden biri, 1950 öncesinde Dil-Tarih Coğrafya fakültesinde Niyazi Berkes ve diğer hocalara karşı yapılan linç operasyonuydu. Niyazi Berkes, ülkenin yetiştirdiği en büyük sosyal bilimcilerden biriydi. Türkiye’nin nerelerden nereye geldiğinin ya da gelemediğinin cevabını arayanlar, onun evrensel piyasada da çok tanınan Türk Çağdaşlaşması adlı kitabına başvurmalıdır. Ayrıca, ‘Kayıp Yıllar‘ adlı çok değerli bir diğer kitabı, 1950 öncesi dil-tarih olaylarını ve üniversiteler içinde aydınların karşılaştığı büyük baskıları detaylarıyla anlatmaktadır, okumanızı içtenlikle tavsiye ederim. Daha yenilerde ise 12 Eylül Darbesi sırasında üniversitelerin karşılaştığı büyük 1402 tasfiyesini görüyoruz. Tüm bunlar 250 yıllık gecikmeyle ancak Atatürk devrimleri ile ülkemizin kalın duvarlarını aşabilen aydınlanma hareketine vurulan çok ağır darbelerdir ve harekette ciddi duraksama ve kesintilere neden olmuştur. Son 20-30 yılda dünyada önemli değişim ve dönüşümler oluyor. Bu kez bilişim teknolojileri devrimi yaşamın tüm sektörlerine damgasını vuruyor ve toplumları radikal bir biçimde değiştiriyor. Bilimsel devrim, 300 yıllık gecikmeyle 1933’te Atatürk devrimlerinin en önemli ayaklarından olan Üniversite Reformu’yla girmişti. Zaten çok iyi bilindiği gibi çağdaşlaşma ve uygarlık bağlamındaki tüm gelişmeleri, Atatürk devrimlerine borçluyuz. Daha önce kuşkusuz Tanzimat’tan başlayarak bazı iyileştirme girişimleri olmuştur; ama bilimsel devrim ve aydınlanmanın tam olarak yansıması Atatürk reformlarıyla gerçekleşmiştir. Bu meşalenin ışıltısının sönmeye başlaması 50’lerle başlamış ve sonrasında hâlâ devam eden karşı devrimin etkisiyle söndürme süreci hızlanarak devam etmektedir. Tabi, evrensel bilimsel gelişmelerin yol açtığı yeni teknolojilerin ürünleri, liberal ekonominin açtığı kapılarla piyasaya sürekli ve hızla girmekte ve toplumların yaşam kalitesi ile gönencini sürekli artırmaktadır. Ancak bilimsel düşünceyi toplumda egemen kılmakta aynı derecede etkin ve başarılı olduğumuz söylenemez. Bilimsel düşünceyi egemen kılamazsak bilimsel teknoloji ürünlerinin ekonomik gönenç yaratması kaçınılmazdır. Bunun en önemli göstergeleri bilim ve bilimsel düşünceden tümüyle kopuk, örneğin petrol zengini ülkelerin bile parasal güçleri ile en gelişmiş teknoloji ürünleri fahiş paralar ödeyerek transfer ederek toplumda yapay bir yaşam kalitesi iyileştirmesi yapabilmeleridir. Bu yüzden toplumdaki bireysel gönenç ve yaşam kalitesi 1950‘li yıllara ve Osmanlı’nın son yıllarına göre doğal olarak çok daha iyi.
[box_light]Sizce, bilimin sadece teknolojik ucunun ve ürünlerinin böyle yansıtılması yeterli bir şey mi?[/box_light]
Kuşkusuz hayır. 1933’teki aydınlanma devriminin 40’larda hız kesmesinin ardından 1960’da da çağdaş bazı kurumların hem yapısal hem de düşünsel bağlamda ortaya çıktığını görüyoruz. En önemli örneği de en özgürlükçü anayasa olan 1960 Anayasası. 1970’den sonra 12 Mart Muhtırası ve 1980’deki gerici darbeden sonra aydınlanma hareketi tamamen durmuştur.
[box_light]Solcu bazı yazarlar 1970’lerin iyi olduğunu savunuyor. Bu konudaki farklı görüşler hakkında ne düşünüyorsunuz?[/box_light]
Şimdi, sol ve sağ kavramları o kadar karıştı ki herkesin kendine özgü bir anlayışı ve tanımı oluştu. Sanki sürekli kavram kargaşası yaratarak insanları sersemleştirmeyi amaçlayan bir tür kara propagandacı, yeni kanaat önderleri ortaya sürüldü, çıktı. Televizyonlara bakarsan onları hemen kolaylıkla görebilirsin. Benim için en önemli olan 4 erdem ilkesidir ki ahlâk ve etik kuşkusuz bunlardan en önemlileridir. Bir yanda iyi, doğru ve güzelin peşinde koşan insanlar var; bir de bu değerleri hiçe sayıp salt kişisel çıkar peşinde koşan makyavelistler var. En azından ben sol-sağ kategorizasyonu yerine bu yeni sınıflamayı daha doğru buluyorum. Bu makvyavelist kesimin bu 4 temel erdem ilkesiyle uzaktan yakından hiçbir ilgileri yok. Şimdi insan sormadan edemiyor: Acaba biz mi yanlış yapıyoruz? Eğer yaşamın temel amacı maddi gönenç ise biz erdem ilkelerini öne çıkarmakla çocuklarımızı “başarısızlığa” mı mahkum ediyoruz? Televizyonda boy gösteren bu şahısların oturum başına on binler mertebesinde para aldıkları söyleniyor. Bu, siz gençleri çok olumsuz anlamda çarpabilir ve ikilemlere sürükleyebilir. Etrafınızdaki gençlere bakın; benim konferansıma kaç kişi gelir? Kanaat önderi diye geçinen bu makyavelist şahıslardan biri gelse büyük bir olasılıkla kapılarda kuyruklar oluşur.
[box_light]Bahsettiğiniz erdem ilkeleri açısından temel eğitim ve bilim eğitimi sizce ileride daha iyiye gidebilir mi? Gitmesi için ne yapılabilir?[/box_light]
Hayır, iyiye gitmediği açıkça görülüyor. Hatta kötüye gidiyor. İş ve aş kaygılarıyla gençler bilimi seçmiyor. Piyasada para kazandıracak alanlara yöneliyorlar, bu bağlamda aile ve toplumdan teşvik de görüyorlar üstelik. Son yıllarda temel bilim alanlarına ÖYS sınav sonuçları itibariyle 150 bin – 200 bin diliminden gençler geliyor. Bu hiç iyi bir durum değil. Biz bu malzeme ile tüm temel bilim alanlarında, matematik, fizik, kimya, biyoloji ve moleküler biyoloji ve genetik, Türkiye’yi çağdaş bilimde evrensel düzeye taşıyacak ekipler yetiştirmeye çalışıyoruz. Mümkün mü böyle bir şey: Tabii ki değil. Temel nedenlerden biri, toplumdaki değer yozlaşması. Herhangi bir değer üretmeden çok kazanmak en belirgin kriter şu anda. Bunun masum gençler üzerinde yarattığı mahalle baskısı ve telkinler, giderek bilimin şu anda içinde bulunduğu itibarsızlaşma sürecinin temel tetikleyicisi. Zira artık parlak gençler bu alanlara gitmiyor. Bunun yerine hızlı, kazanç potansiyeli yüksek ve çok fazla yetenek ve entelektüel birikim gerektirmeyen bölümlere gidiyorlar. Nasıl bir yetenek israfıdır bu? Şirketler, belki bu çocuklar yoluyla çok para kazanıyor; ama şirketlerin çok para kazanmasının ülkeye doğrudan ne kadar yansıması var, ben hiçbir zaman anlamadım bunu. Mesela borsanın yükselmesinin benim gibi beyaz yakalı bir bilim işçisi için ne anlam ve önemi var? Türkiye’nin genel üretiminin durumuna bakalım. Bir tek örnek vermek gerekirse tarıma bakmak yeter. Kendine yeterli olmaktan çıkıp tarım ürünlerini ithal eden bir ülke haline nasıl geldik, bir türlü anlamadım. Üstelik artık çok uluslu tekellerin eline geçen bu sektör, dünyayı kontrolde en önemli sektör haline geldi. Bu kontrolsüz tekelleşmenin, yeni GDO teknolojisi ile dünya sağlığına yönelttiği tehdit de işin başka bir vahim yönü. Meclisin ilk açıldığı yıllardaki fotoğraflara bakıldığında, günümüzdeki obezite görüntüleri ile karşılaştırıldığında insanların fiziksel sağlıklarına hayranlık duymamak elde değil.
[box_light]Çok kötü bir senaryo çizdiniz? Sizce biz ne yapmalıyız bu kötü senaryoda? Yolunu gösterebilir misiniz?[/box_light]
Bu konuya 30-40 senedir kafa patlatmış biri olduğum halde bunun cevabı bende yok. Başka kimselerde de olduğunu sanmıyorum. Bunun için gerçek akil adamlardan oluşan kurumsal yapılar yani düşünce üretim merkezleri gerekiyor. İkinci dönem için yeniden başkan seçildiğim halde atanmam iktidar tarafından 2003 Mayıs ayında bloke edilmesiydi bu yeni dönemde TÜBİTAK içinde bu anlamda ciddi bir birim oluşturmak, programımın önemli bir bileşeniydi. Böylece TÜBİTAK, dünyadaki gelişme eğilimlerini yakından izleyerek, proaktif bir biçimde ülkeyi seçilecek mümkün geleceklerin en iyisine yönlendirecek yeni modeller, stratejiler ve planlar yapabilen bir kurum haline dönüştürülebilecekti. Gelişmiş ülkelerde bunun çok örneği var . En parlak beyinleri, örneğin enerji, tarım, güvenlik ve haberleşme gibi yaşamsal stratejik konularında hem mevcut sorunları çözme hem de gidişatı belirlemek için ve tüm zaman ile enerjilerini bu işle uğraşmak üzere istihdam ediyorlar. Bu çalışmalara “öngörü” deniyor. Anlamı, belli parametreleri sürekli güncelleyerek nereye gidilebileceğini belirlemek ve ona göre proaktif bir biçimde politikalar üretmek. Biz, ülkemizdeki ilk öngörü çalışmasını, bilim ve teknoloji alanında yaptık ve sonucunda ‘Vizyon 2023’ programını hazırladık ve ardından hemen tasfiye edildik. Türkiye’nin AB müktesebat uyum çalışmalarında ilk açılıp kapanan Fasıl hangisidir bilir misiniz: Bilim-Teknoloji ve Araştırma-Geliştirme Faslı. Yani Türkiye’nin AB ile uyum bağlamında onlarla eşit düzeye gelebildiği ilk ve tek alan bilim-teknoloji ve araştırma-geliştirme alanı olmuştur ve uzun sürede öyle kalmıştır. Peki bu başarının lokomotifi durumundaki kurumlar hangileriydi: En başlıcalarından biri kuşkusuz TÜBİTAK idi. Peki, sormazlar mı insana: Bu kurum neden ilk tasfiye edilen kurum oldu diye? Bir başka soru: Siz, internetin Türkiye’ye getiriliş öyküsünü bilir misiniz? TÜBİTAK’ın Türkiye’ye pek çok dünya ülkesi ile aynı zamanda kazandırdığı bir teknolojik yetenektir ve Türkiye bu kulvardan bilişim toplumuna giriş yapmıştır. Bu bizim için tıpkı kişisel bir bilimsel proje gibi heyecen ve tutkuyla sarıldığımız bir projeydi. İlk deneme bağlantısını 29 Ekim 1992’de gerçekleştirdiğimiz bu proje 1993’te tam kapasite işletilmeye başladı ve kurduğumuz ULAKBİM adlı yeni yapıyla, hızla tüm kurum ve kuruluşlara hizmet vermeye başladı.
[box_light]Hocam peki, düzelme gerçekleşemez mi? Hani klasik bir söz vardır: “Bilim bir nehirdir ve bir nehir, ortasına çekilen bir seti bir vakit sonra nasıl yıkıyorsa bilim de o nehir gibi önü tıkansa dahi akmaya devam eder. “[/box_light]
80’li yılların sonunda içinde benim de olduğum bir grup akil adam, Türkiye’de bilimsel kalkınmayı tetiklemek ve hızlandırmak bir takım yapılar çerçevesinde bir araya geldik: Türkiye’de evrensel düzeyde bilimsel ürün üretme, yaptığı yayınların kalitesini yüksek tutabilme ve dolayısıyla başkaların yararlanabilmesini sağlamak da bunların arasındaydı. 1980’li yılların sonunda Üniversiteler Arası Kurul Profesör Atama Komisyonu’nda görev yaparken bu yolda bazı kriterler belirlemeye çalıştık. Temel ve masum amaç, akademik görevlileri salt öğreti işlevi gören aktarıcılıktan kurtarıp bir üst basamağa çekmek yani araştırma ve geliştirme ile özgün bilimsel bilgi üretir duruma getirmekti. Ne yazık ki zaman içinde bu iş giderek sulandırıldı ve son geldiğimiz noktada çığırından çıktı. Uluslararası mega projelerde taraf olan insanların isimleri oralarda üretilen yayınlarda otomatik olarak yer almaya başladı. Kamunun kaynaklarıyla belli müniversite ve merkezlerde kurulan iyi donanımlı laboratuvarlarda yapılan analizlerden üretilen tüm yayınlarda, bu laboratuvar şeflerinin adları otomatik olarak yer almaya başladı. Buna benzer kolay ve hızlı yayın üretme mekanizmalarının sayesinde bilgelik düzeyinden çok uzak olduğu halde çok sayıda yayın ve atıflı birtakım akademik teknisyenler ortaya çıktı. Akademik scholar (bilgin, akademisyen) başka bir şey, akademik teknisyenlik başka bir şey. Akademik bilgeliğin takdir edilip onurlandırıldığı birtakım kurumlar da sözünü ettiğim reform döneminde ülkemize kazandırılmıştı. Bunların en başlıcası benim bizzat yıllardır takip ettiğim bir misyonun bir ürünü olarak kurulan TÜBA’ydı. O da iki yıl önce özerkliği kaldırılarak başka bir kuruma dönüştürüldü. Artık, siyasi atamalarla üye olunan bir kurum haline geldi. Bu gelişme üzerine büyük çoğunluğumuz –herkes değil, isim vermeyeceğim; çünkü hâlâ orada kalmayı tercih eden bazılarını üzebilir- 70 kişi civarında istifa ettik. Türkiye’nin ikinci akademi kurma çabası da böylece sona erdi. Bu akademi neden önemliydi? Sizin gibi bilimci olmak için yola çıkmış gençlere, hem bilimsel mükemmeliyette hem de evrensel “dört erdem ilkesi” bağlamında ulaşılması düşlenen bir yüce hedef rolü oynuyordu. Çok eskiden, üniversitelerde ordinaryüslük payesi vardı. TÜBA üyeliği bir anlamda yeni dönemin ordinaryüslüğüydü. Çocuklar, benden sizi boş ümitlerle yükleyebilecek hiçbir şey çıkmaz; çünkü dürüst olmaya çalışıyorum. Bakın, iki tane 50 milyon dolarlık laboratuvar aynı yerde açılıyor. Bu halk, fakir bir halk; ülkemizde hâlâ 50 TL yevmiye ile çalışıp ölen tarım işçileri var. Kamu parası dediğimiz şey, halkın parası. Ben TÜBİTAK’ta sevimsiz bir başkan oldum; çünkü halkın kör kuruşunun bekçiliğini yaptım. Bu yüzden başıma gelmeyen kalmadı. Türkiye’ye interneti getiren kişinin bunu söylemesi bir ikilem olarak gelebilir size ama bu güzide ileri teknoloji o kadar kötü kullanılıyor ki… Birtakım karalama haberlerini, “özel” bir grubu kiralayıp ve sürekli tıklatarak google aramalarında hep üst sıralarda tutmak o kadar kolay ki… 2003 linç operasyonu sonrasında hem bana açılan yıldırma-karalama davalarını kazandım, hem de kendi açtıklarımı kazandım. Google’da kiralık tıklatmalarla yukarı sıralarda tutulan haberler, 2003 yıllarında türetilmiş karalama haberleri oluyor, daha sonraki yıllarda geldiği halde bu kazanılan mahkeme haberlerinin kamuoyuna ulaşması bu sahtekârlıklarla önleniyor. Özetle, Türkiye’de namuslu ve şerefli bir insan olarak yaşamak çok zor. Nasıl diyebilirim gelecek çok parlak diye. Bir akademisyen için, düzgün ve şerefli bir şekilde çalışıp ayak oyunlarına gelmeden gelinebilecek en yüksek mevkilerden biri bir zamanlar benim bulunduğum mevkiiydi. Ne oldu sonunda, hemen her kuruma yayılan en çirkin ve iğrenç yöntemlerin hoyratça kullanılarak yapıldığı tasfiye ve ele geçirme operasyonunun baş hedefi ve kurbanı yapıldım. Geriye baktığımda bundan da çok mutluluk duyduğumu söyleyemem.
[box_light]Hocam, şimdi tam da bu kurumların kötü gidişatından bahsetmişken size görevden ilk defa alınan YÖK başkanı Gökhan Çetinsaya yerine Yekta Saraç getirilmesi konusunu sormak isterim. Görevden alınma konusundaki fikriniz nedir?[/box_light]
Şöyle düşünün, o görevden alınma ifadeleri her zaman anlamlı ifadeler olmayabiliyor. Görev süresi bitince yenilememek de olabilir. Türkiye’de en çok başvurulan yöntem, bu. Öğretim görevlileri artık kendi bilimsel araştırmaları kapsamı dışında yapacakları bildiri ve konuşmaları nedeni ile “ kademe durdurma cezası” ile cezalandırılacakmış. Ne tuhaf bir ülke, değil mi? Konuşursan cezalandırılırsın! Sorunuza dönersem, mesela, beni görevden alınmadım; o zamanki özerk yasa böyle bir operasyona olanak ve fırsat vermiyordu. İlk dönem sürem bitti ve oy birliğiyle ikinci bir dönem için yeniden seçildiğim halde atamam iktidar tarafından bloke edildi. Tasfiye etmeye çalıştıkları bir adamı, görevden alma şansına sahip olamadılar; ama hukuk kuralları aşırı zorlanarak hatta ihlal edilerek gene de göreve devamını engellediler. Ancak ne ilginçtir ki benim yerime getirdiklerini de görevden aldılar. Bu işlemler birbirinden gece ile gündüz gibi farklı işlemler. Benimki temel farklılıktan kaynaklanıyordu; zira benim dünya görüşüm ve çizgim onlardan tamamen farklıydı: Ben cumhuriyetçi kemalist bir insanım. Sorunuza esas teşkil eden operasyonla, benden sonraki TÜBİTAK başkanının görevden alınması ise temel farklılıklardan değil, nüans düzeyindeki bir iç fraksiyon rekabetine dayalı bilek güreşi gibi görünüyor: A gider, B gelir. Bu iktidar atadı, bu iktidar uzaklaştırdı.
[box_light]Konuşmamızda, bilim ve politika birlikte gidiyor şu an. Erdal İnönü hakkında, bilimden politikaya geçmiş biri olması bağlamında ne düşünüyorsunuz?[/box_light]
Erdal Bey, politikaya geçmemek için direndi; ama Erdal Bey’in büyüklüğünü, değerini bilen ve akil adamlardan oluşan siyasetçiler, Erdal Bey’in kendisine rağmen siyasete çektiler. Bence iyi de oldu. Türkiye’de o arada bir renk, kalite ve yüksek standartta bir çıta koydu. Türkiye siyasetinde bilimi bilen en seçkin insanlardan biriydi Erdal Bey. Onun dışında Adnan Kahveci, Fuat Köprülü ve Hasan Ali Yücel gibi birkaç insan daha aklıma geliyor düşündüğümde. Erdal Bey, her bakımdan çok özel bir insandır. Türkiye’nin en aydınlık ve ve evrensel simgelerinden biridir.
[box_light]Bu saydığınız isimler, bu süreçte bir kıvılcım mı, bir umut mu?[/box_light]
Ara ara kıvılcımlar çıkıyor. Erdal Bey, cumhuriyet erken aydınlanma döneminin ürünüydü. 1960 sonrası dönemdeki mini aydınlanmanın ürünleri de bizim nesil bilim insanları. Yeniler de geliyor; içlerinde teknik olarak çok seçkinler de var, ama ülke sevdalılığı misyonunda aynı heyecan ve tutkuya sahipler mi, emin değilim. 12 Mart ve 12 Eylül yol kazaları, bu dönemde gençliklerini geçiren nesillerin misyonunda çok ciddi örselenmelere yol açmış gibi görünüyor. Misyonerliği çok önemsiyorum. Misyonerlikten kastettiğim, her şeyin ötesinde evrensel bilime ve ülkeye hizmet etme bağlamında bir adanmışlık.
[box_light]Politikaya geçmeseydi, bilimde ne kadar ilerlerdi?[/box_light]
Erdal Bey, o sıralarda bilim yöneticiliği yapmaya başlamıştı. Unutmayalım ki, zihinsel yetinin maksimum geçtiği dönemler 18-30 yaşlar arası. Ondan sonra bu yeti de bir seviye düşmesi doğal olarak geriliyor. Erdal Bey, aktif politikaya girdiği evrede ilk bilimsel fazını zaten tamamlamıştı. Einstein de o yaşlarda aktif ve özgün araştırma yerine en geniş kitlelere bilimi ve aydınlanmayı yaymak gibi bir misyon üstlenmişti. Bu hepimiz için geçerli; benim de şu anda yaptığım başka bir şey değil.
[box_light]Şimdi, parlak olmayan bir senaryo çizdik. Bu senaryoda, Türkiye’de bilimi geliştirmek için acaba bilim yöneticiliği yapmak, politikayla uğraşmak mı gerekiyor?[/box_light]
Hem bilim işçileri orduları olacak hem de bilimin iyi yöneticileri olacak. Tarihte birtakım büyük adamlar çıkıyor birçok konuda. Mesela, Gazi Kemal, Güney Cephesi’ne komuta ederken keşfediyor İsmet İnönü’yü ve hayatı boyunca yanından ayırmıyor. Kendisi parlak bir insan olduğu için parlak bir insan seçiyor. Birinci sınıf insanlar birinci sınıf insanları seçer. Şimdi, böyle insanları tepe konumlara getirebilmek için yetkin ve özgüveni yüksek bir insan olmak gerekiyor. Türkiye’de ilk tasfiye edilen entelektüellerden biri benim. Bir anlamı var mı? Bu tipik bir negatif seleksiyon örneği. Eğer tersine, pozitif seleksiyon kuralı egemen olabilse, kilit kurumların başına en iyi adamlar getirilirdi. Akil adamlar, kilit pozisyonlara en iyileri getirir. Atatürk ve İsmet İnönü, devrimler evresinde bütün Türkiye’yi birlikte taşımışlardır; bu pozitif seleksiyona en iyi bir örnek.
[box_light]Bilimin gelişmesi için para gerekiyor. Mesela tepedeki insanlar Ar-Ge’ye bütçe ayırırken düzenlemeler yapmalı. Bakıyoruz ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı veya Milli Savunma Bakanlığı’nın 3 katı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?[/box_light]
Sana bir şey söyleyeyim: ben TÜBİTAK’ta 15 seneye yakın bütün kademelerde ve karar organlarında çalıştım. Şu an kullanılan bütçelerin onda biriyle çalıştık. Ama gene de hiç para sıkıntımız olmadı. Biz parayı çok etkili kullandık. Birim maliyet başına maksimum çıktı kriterini temel ilke edindik. Önemli olan, eldeki parayı en etkili bir biçimde ürüne dönüştürebilmek. Tuhaftır, yenilerde medyada haber oldu: TÜBİTAK’ın yeni başkanı, “o kadar çok paramız var ki nereye koyacağımızı bilmiyoruz” dedi.
[box_light]Şu anki TÜBİTAK’ta bu etkili dönüşüm var mı?[/box_light]
Çok para var ama birim başına maliyet çok yükseldi. Aynı miktar çıktı için girdilerin miktarı çok yükseldi.Kullanılan kaynak halkın parası. Çok dikkatlice ve hesaplı kullanılması gerekiyor.
[box_light]Sizin kendi döneminizde çıkardığınız popüler bilim kitapları vardı, Bilim-Çocuk ve Bilim-Teknik gibi. Şimdiki yayınlar ise çok maliyetli ama aynı kalitede değil. Bunu neye bağlıyorsunuz?[/box_light]
O yayınlar, şimdileri çizgi-boyama kitaplarına dönüştü; temel amaç çok satmaları. Popüler bilim kitapları, kişisel projemdi. Samsun’da geçen çocukluğumda Hasan Ali Yücel’in klasikleriyle büyüdüm. Toplu taşıma yoktu ve ev-okul arasında yürüyerek gidip gelirken MEB yayınları satış bürosuna mutlak uğranır ve bu klasikler satın alınırdı. Bu kitapların bilimsel eşdeğerlerini yayımladığımı düşlerdim hep o masum çocuk aklımla Hasan Ali Yücel’e öykünerek. Hani bir halk deyimi vardır: Hayaldi gerçek oldu. Ama ne yazık ki bildiğiniz gibi bizim tasfiyemizden sonra ciddi bir fren yapıldı bu kitapların üretiminde.
[box_light]O kitapları çoğu yasaklandı, başta Darwin kitapları olmak üzere.[/box_light]
Evet. Hatta benim görevden uzaklaştırılmaya zorlanmamın arkasındaki nedenlerden biri de evrim kitaplarıydı. Şu an bu kitaplar, sadece sahaflarda bulunabiliyor.
[box_light]Bir bilim işçisi ortaya bir ürün koyuyor ve bunu dünyaya duyurmak istiyor. Türkiye’de bu duyurma süreci efektif mi?[/box_light]
Tabi tabi! Elektronik ortamın Türkiye’ye 1993’te bizim tarafımızdan getirilmesiyle birlikte arşiv denilen belge merkezlerine anında ulaşabilmeye başlandı. Makaleni biter bitmez koyuyorsun, tüm dünya anında görüyor. Türkiye, bilim dünyasına ulaşmakta hem verici/sunucu hem de alıcı olarak Harvard’daki, Berkeley’deki, Stanford’daki kolaylığın aynısına sahip. Bizim zamanımızda, bir makaleye 5-6 ayda ulaşabilirdik. ABD’deki birlikte makale hazırladığınız arkadaşınızla telefonla konuşmak maaşınızın dörtte biri demekti. Dolayısıyla öyle hemen başvurulacak bir yöntem değildi. Şu anda Türkiye, bu bağlamda küreselleşmeyi sağlamıştır.
[box_light]Başta temel bilimler olmak üzere ilgili fakültelerin durumunu ve yüksek lisans koşullarını iyi görmüyoruz. Bu mevcut durumda, bize son olarak eğitim hayatımız sırasında ve mezuniyet sonrası nasıl bir yol çizmemizi tavsiye edersiniz?[/box_light]
Sizinle, şimdi böyle bir platformda görüşmemiz bile bütün olumsuzluklara karşın bu alanda kendinize doğru yolu seçtiğinizi gösteriyor. Dolayısıyla buradan sonra sizi herhangi bir kuvvetin durdurması mümkün değil. Sadece çok çalışın. Bu bölümleri seçen herkesin aşağı yukarı aynı IQ seviyesinde olduğuna inanıyorum. Ürün, aynı zekâ düzeyinde insanların en çok, ama en çok çalışanına aittir. Dışarıdaki o iyi üniversitelere girmemeniz için hiçbir neden görmüyorum ve böyle devam ederseniz orada da başarılı olacağınıza eminim. Çünkü, dışarıda ve burada da tek kriter iyiye, aklı çalışana ve tembel olmayana yatırım yapmaktır. Söylediğim şey şu: bütün zamanınızı bilime ayırmalısınız, onun dışında kalan zamanı ise diğer şeylere. Eğer bu 7/24 çalışmaya hazır değilseniz, bu alanda pek fazla gelecek beklemeyin. Son cümlem: Her şeyi bırakarak çok çalışmak gerek. En sonunda 5 bin TL’lik bir maaş burada sizi bekliyor. Yani maddi bağlamda çok kötü bir rol modeli olduğumun farkındayım; ama bendeki heyecanın bu yaşta bile kaybolmamış olması size hoş gelmiyor mu?
Sayın hocamız, Prof. Dr. Namık Kemal Pak’a tekrar bizi kırmayıp röportaja katıldığı ve bilgilendirici ve içten sözleri için GazeteBilkent Bilim ve Teknoloji Birimi olarak çok teşekkür ediyoruz.