“Batı Avrupa’nın kaba Hristiyan krallık ve dukalıklarının daha bilgili sakinleri Pireneler’in güneyinin daha yüksek kültür alanı olduğunu, bu bölgenin maddi zenginlik içinde yaşayan insanlarının müzik ve şiirin letafetinden zevk aldıklarını anlamışlardı; nitekim onlar da zamanla bu kültürden alabildikleri kadarını devraldılar.”
Watt-Cachia – Endülüs Tarihi kitabından
“8. yüzyıldan 15.yüzyıla kadar, Orta Çağ boyunca Avrupa’nın en güzel ve en müreffeh medeniyeti kurulacak ve gelişecektir. Kuzeyin halkları din savaşlarıyla birbirini kırıp geçirir ve barbar kabileler halinde yaşarken İspanya’nın nüfusu otuz milyonu aşıyordu. O insan kalabalığı içinde bütün ırklar ve bütün dinler büyük bir çeşitlilik içinde birlikte yaşıyorlardı. Bundan da çok güçlü bir sosyal hareketlilik ve canlılık fışkırıyordu.[…] Unutulmak üzere olan Grek filozofları, Arapların fetihleri sayesinde selamete erdiler: Aristo Kurtuba’nın meşhur üniversitelerinde saltanat sürüyordu.”
Blasco Ibanez – Katedralin Gölgesinde kitabından
Endülüs ihtişamlı ve özgün bir medeniyet tezahürüdür benim zihnimde. Yitirilmiş oluşu ise bir hüzün sebebi. Farklı ırk ve kültürlerin ahenkli bir bütün oluşturduğu ve bu medeniyetler buluşmasının birçok kıvılcım yarattığı bu coğrafya; sanatın, bilimin ve felsefenin dinamizminin doruklara ulaştığı eşsiz bir mekandır. Hatta öyle ki 16. Yüzyıl İtalya’sında başlayan Rönesans’ın 300 yıl önce Endülüs’te gerçekleşmesi işten bile değildi, şayet insanlar şahsi hırsları için gözlerini karartmasalar ve gerçekleştirilmesi zor olan birikimleri kolayca yıkmasalardı. Fethedilmesi birkaç yıl, kaybedilişi sekiz asır süren Endülüs’ün hikayesini dilim döndüğünce anlatmak isterim sizlere.
Endülüs kavramı Müslümanların fethettikleri İspanya’nın ismini “el-Endelüs” olarak değiştirmesi sonucu ortaya çıkmakla beraber bu yeni isimlendirme ile bölgeye yeni bir kimlik kazandırma amacı güdüldüğü aşikardır. Coğrafi olarak, ilkin Müslümanların İber Yarımadası’ndaki hızlı ilerleyişi ile beraber genel olarak İspanya topraklarını ifade etmekteydi. Ancak daha sonra Reconquista olarak adlandırdığımız, Hristiyanların İspanya topraklarından Müslümanları atma hareketinin olağan bir sonucu olarak zaman içerisinde anlam daralmasına uğrayan bu kavram, en nihayetinde Müslümanların elinde kalan son toprak parçası olan Gırnata’yı ifade eder hale gelmiştir.
Fetih öncesi zamana dönecek olursak, Arap Yarımadası’ndaki bunalımlı yılların ardından iktidarı ele geçiren Emeviler başkenti Şam’a taşır ve düzenli bir genişleme politikası güderler. Bu yayılımcı siyasetin doğal bir sonucu olarak da Afrika’ya Müslüman akınları başlamıştır. Yapılan akınlar sonucu bugünkü Tunus toprakları hakimiyet altına alınır ve Kuzey Afrika’nın idari merkezi olmak üzere Kayveran şehri kurulur.
Ancak Kuzey Afrika’nın fethi çok çetin geçmektedir. Çünkü bölgede kabile hayatı yaşayan ve savaşçı bir toplum olan Berberilerin direnişi ile karşılaşılır. Ancak zaman içerisinde Berberi grupların İslam dinini kabul etmesi ile beraber Bizans hakimiyeti ortadan kalkmış, 700’lü yılların başlarında Müslümanlar Cezayir ve Fas’ı da aşarak Atlas Okyanusu kıyılarına kadar ulaşmışlardır.
Kuzey Afrika’daki bu başarılardan sonra bakışlar hakkında çeşitli rivayetler duydukları gizemli topraklara, boğazın karşısına çevrilir. Dönemin Kuzey Afrika valisi Musa bin Nusayr halifeden İspanya’yı fethetmek üzere izin ister ve bu isteği Şam tarafından kabul edilir.
O dönem İspanya Vizigot hakimiyeti altındadır fakat işlerin pek iyi gittiği söylenemez. Krallıktaki artan taht oyunları, üst tabakanın sahip olduğu imtiyazlara karşı olan genel memnuniyetsizlik, Yahudilere karşı yapılan zulümler ve sosyal çatışmalar Vizigot krallığını zayıflatmış, dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı gerekli direnci gösteremeyecek hale getirmiştir. Böyle bir vaziyette İber Yarımadası’na bir fetih hareketi düzenlenmesi planlanırken rivayet o ki İspanya kralı Roderick tarafından Ceuta (Sebte) şehri muhafızlığına atanan Julian, kral ile aralarındaki husumet sebebiyle kraliyetle ilgili bazı bilgileri ve gelmeleri halinde boğazı geçmeleri hususunda yardım edeceğine ilişkin vaadini içeren bir mektubu Musa’ya iletir. Bu davete temkinle yaklaşan Musa bin Nusayr 710 yılı yazında İspanya kıyılarını iyi bilen bir Berberi olan Tarif bin Malik komutasında 500 kişilik bir birliği keşif yapmak üzere İspanya’ya gönderir. Yapılan keşifler sonucu ertesi yıl Musa bin Nusayr’in Berberi asıllı azatlı kölesi Tarık bin Ziyad komutasında, çoğunluğu Berberi yaklaşık 7000 kişilik bir ordu boğazı geçer. Arkalarından da 5000 kişilik bir takviye birlik gönderilir.
Karaya çıkan Müslüman birlikleri kıyı şeridini ele geçirmeye başlarken vaziyeti öğrenen Vizigot Kralı Roderick bu ani baskına karşın hemen bir ordu toplar ve güneye doğru hareket eder. Müslümanlara karşı saldırıda bulunur, ancak bozguna uğrar. Tarih kitaplarında Guadalete Muharebesi olarak geçen bu savaş ile İber Yarımadası’nda Müslüman varlığının temeli atılmış, ilerleyiş için ciddi bir engel kalmamıştır.
Bu ilk muharebe sonrası zayıf olan krallığın merkezi teşkilatı çökmüş ve sistemli bir direniş imkanı kalmamıştır. Hal böyle olunca fetih hareketi hız kazanır. Tarık da İspanya kapılarının kendisine açıldığını fark etmiştir. Yahudilerin ve huzursuz diğer grupların desteğiyle beraber Müslümanlar hızlı bir ilerleyiş gösterir. Tarık’ın bu büyük başarısının üzerine fetihte pay sahibi olmak isteyen Musa bin Nusayr Tarık bin Ziyad’a bulunduğu yerden daha ileri gitmemesi talimatını gönderir. Oğlu Abdülaziz’i vekaleten Kuzey Afrika’da bırakarak 712 yazında emrindeki 18 bin kişilik bir birlikle boğazı geçer ve Sevilla’ya (İşbiliye) doğru hareket eder.
Tarık bekleme emrini almıştı almasına, ancak beklemesi halinde firari düşman askerlerinin birleşmelerine fırsak verecekti. Aksine, devam ederse de yapılacak bir akın kolaylıkla bütün İspanya’yı hakimiyet altına almayı sağlayabilirdi. Ekibiyle yaptığı toplantı sonrası Musa bin Nusayr’ın emrine uymama kararı aldı ve ordusunu üç kola ayırarak ilerlemeye devam etti.
Birinci grup Cordoba’yı (Kurtuba), diğeri Malaga (Malaka) ve diğer şehirleri, üçüncü grup ise Cehn şehrini aldıktan sonra bu üç ordu Vizigot başkenti Toledo (Tuleytula) önlerinde birleşir ve şehri kuşatırlar. Kuşatma sırasında ağır baskılara maruz kalan Yahudilerin şehrin kapısını açmaları sonucu kolay bir fetih gerçekleşir. İspanya’ya ayak bastıkları tarihten yaklaşık bir yıl sonra başkent Tuleytula artık Müslümanların elindedir. Fetihten hemen sonra Tarık herkese adil bir şekilde davranılacağı ve kimsenin esir edilmeyeceği, kişisel mülkiyete dokunulmayacağı, dini hayatlarına karışılmayacağını içeren bir şartname akdeder.
Fetihten kısa bir süre sonra Tarık ve Musa Tuluytula yakınlarında bir şehirde bir araya gelir. Tarık Musa’nın emrine mecburiyet sebebiyle itaat etmediğini ifade edip af dilese de aralarındaki ilişki artık zedelenmiştir. Hatta rivayet o ki Musa Toledo’daki kraliyet sarayında bulunan çok meşhur ve kıymetli, zümrütten bir masayı halifeye vermek üzere Tarık’tan ister. Tarık da bu masanın bir ayağını kırar ve noksan bir şekilde Musa’ya teslim eder. Musa ise bu duruma sinirlenir ve Tarık’ı komutanlıktan azleder. Ancak durumun halifenin kulağına gitmesi ve akabinde halifenin Musa’ya azarlayıcı bir üslupla yazdığı mektup üzerine Tarık ile barışırlar.
Aralarındaki ihtilafı çözen bu iki komutan hazırlıkları tamamladıktan sonra tekrar harekete geçti ve fetih hareketini İspanya’nın kuzeyine doğru iki koldan devam ettirdiler. Galicia (Galiçya), Zaragoza (Sarakusta), Barcelona dahil birçok şehir Müslümanların eline geçti. Daha sonra Tarık ve askerleri zapt edilemeyen yerleri ele geçirmek üzere doğuya yönelirken Musa da Frenk diyarına doğru harekete geçmiş, Pirene dağlarını aşıp Narbonne (Erbune) şehrine ulaşmıştır. Bu şehir Fransa içlerine doğru yapılacak seferler için ilerleyen yıllarda bir askeri üs konumuna gelecektir.
İspanya’daki Hristiyan nüfusun neredeyse onda biri miktarda askerle kısa sürede birçok yeri fetheden bu iki komutan bir anda Avrupa’nın konuştuğu iki büyük şahsiyet haline gelir. Ancak aralarındaki huzursuzluk halen devam etmektedir. Bunun üzerine 714 sonbaharında ikisi de Şam’a çağırılır ve bölgenin idaresi Musa’nın oğlu Abdulaziz’e kalır. Abdulaziz’in Endülüs’e vali atanması ile beraber Emevi devletinin yıkılışına kadar olan zaman dilimi “valiler dönemi” olarak adlandırılmaktadır. Yaklaşık 40 yıl süren bu dönemde birçok vali görev yapmış, kimisi kuzeye doğru fetih hareketlerinde bulunurken, kimisi de iç karışıklıklar ile ilgilenmiştir.
İlerleyen dönemlerde iskan ve imar faaliyetleri devam ederken birçok isyan yaşanmış, Berberilere yapılan ikinci sınıf vatandaş muamelesine karşı tepkiler ve Araplar arsındaki yıllardır süregelen kabile rekabetleri sonucunda iç karışıklıklar Endülüs’te hiçbir zaman gündemden düşmemiştir.
Uzun süren bir iç karışıklık döneminin ardından sular biraz durulmuş ve 730 yılında Abdurrahman Endülüs valisi olarak seçilmiştir. Önündeki engelleri bir bir ortadan kaldıran Abdurrahman 732 baharında yaklaşık 70 bin kişilik büyük bir ordu ile beraber Pirene dağlarını geçer ve Fransa içlerine doğru sefere koyulur. Yol üzerinde birçok şehir zapt edilip birçok ganimet elde edilmiş, Poitiers (Puvatya) şehrini ele geçiren ordu Paris’in 150 km güneyindeki Tours şehrine yönelmiştir. Ve görünen o ki Müslümanlar bu şekilde devam ederse tüm Fransa’yı fethedeceklerdir. Bunun farkında olan Kral Charles Marten dört bir tarafa elçiler gönderir ve büyük bir Hristiyan ordusu toplar.
Bu iki büyük ordu Tours şehri yakınlarında karşı karşıya gelir. Ufak çatışmalarla başlayan muharebe gün geçtikçe daha da şiddetlenmektedir. Savaşın 10.günü Frenklerin zayıflaması ile beraber Müslümanlar yavaş yavaş zafere ulaşmaya başlamıştır. Bu sırada bir grup Frenk askeri Müslümanların ganimetlerinin olduğu yere doğru saldırıya geçer. Bunu gören önemli miktarda asker ganimetleri korumak üzere geriye döner ve savaş düzeni bozulur. Abdurrahman ise düzeni tekrar sağlamaya çalışırken düşman saflarından gelen bir ok ile şehit düşer. Komutanını kaybeden ordu ise dağılır ve gece olduğunda sessizce geri çekilir. Puvatya Muharebesi olarak adlandırılan bu olay dünya tarihi açısından önemli dönüm noktalarından biridir. Yenilgi ile beraber Müslümanların Avrupa’daki ilerleyişi durmuş, Hristiyan Avrupası kendileri açısından büyük bir tehlikeyi atlatmıştır. Hatta öyle ki, “Şayet bu savaşta Müslümanlar galip gelseydi belki şimdi Oxford Üniversitesi’nde Kur’an tefsir edilecek ve sünnet edilmiş halkın önünde Muhammed’in dininin kutsallığı ve doğruluğu ispat edilecekti.” der İngiliz tarihçi Edward Gibbon.
Ayrıca savaşla beraber Charles Martel Hristiyan dünyasının önemli bir ismi haline gelmiş, efsanelere konu olmuştur. Bununla beraber Abdurrahman’ın da bir masal kahramanı gibi anıldığı ve Frenk kadınlarının yaramaz çocuklarını “Abderame geliyor” diye korkuttukları da söylenegelmiştir.
İlerleyen dönemlerde Kuzey’de cılız fetih hareketleri görülse de içeride birçok karışıklık meydana gelmiştir. Özellikle kendilerine karşı kötü muamele edildiğini düşünen ve sosyal yapının büyük kısmını oluşturan Berberiler çeşitli isyanlarda bulunmuştur. Hatta 740 yılında Kuzey Afrika’da bir Berberi isyanı patlak vermiş, Endülüs’teki Berberilerin de katılmasıyla büyüyen bu isyanı bastırmak üzere hilafet merkezi Şam’dan büyük bir ordu gönderilmiştir.
Endülüs’te bu gelişmeler olurken Abbasiler Emevi iktidarına son vermekle ve hanedan mensuplarını teker teker bulup öldürmekle meşguldürler. Hatta Ömer bin Abdülaziz hariç geçmiş tüm Emevi halifelerinin mezarları dahi yerle bir edilir. Ancak bu sıkı takipten, halifenin torunlarından Abdurrahman bin Muaviye kurtulmuş ve Berberi olan annesinin kabilesinin yanına, Kuzey Afrika’ya sığınmıştır. Endülüs’teki Emevi yanlılarının desteklerini alarak hanedanlığı tekrar kurmak isteyen Abdurrahman kendisine muhalefet edenlerle giriştiği mücadele sonrası galip gelir. Tarihler 756 yılını gösterirken Kurtuba’da kendini Emir ilan eder ve böylece 200 yılı aşkın bir süre varlığını sürdürecek olan Endülüs Emevi Devleti ortaya çıkacaktır.
Devam edecek.
Kaynakça
Atçeken, İsmail Hakkı. “Puvatya (Balâtu’ş-Şühedâ) Savaşı Ve Etkileri Üzerine Bir Araştırma.” Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 8.8 (1998).
Garaudy, Roger. “Endülüs’ te İslâm,(çev.: Cemal Aydın).” Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul (2014).
Özdemir, Mehmet. “Endülüs.” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, TDV. Yayınları, İstanbul (1995).
Paşa, Ziya. “Endülüs Tarihi.” Selis Yayınları, İstanbul (2012).
Watt, W. “Montgomety–Pierre Cachia.” Endülüs Tarihi, trc., Cumhur Ersin Adıgüzel–Qiyas Şükürov, Küre Yayınları, İstanbul (2012).
Öne çıkan görsel için kaynak: endulus.net
İzzeddin
Gerçekten muazzam bir yazı olmuş. Benim sormak istediğim nokta şu: puvatya savaşının yapıldığı sıralarda iber yarımadasıda berberi veya arap müslüman nüfusu var mıydı?