Sally Rooney’nin çok satan romanından uyarlanan 12 bölümlük bir Hulu yapımı olan bu dizi, bir yandan kendileriyle boğuşan, bir yandan da hayatlarını ve birbirleriyle ilişkilerini sürdürmeye çalışan iki genci konu alıyor. Dizinin açılış sahnesinde lise koridorunda yürüyen Marianne’i ve ilerleyen saniyelerde arkadaşlarıyla takılmakta olan Connell’ı görüyoruz. İki ana karakterimizin birbirlerine attıkları bakışlar ilk anlardan itibaren bize bu ikilinin ilişkisi hakkında minik izlenimler vermeye başlıyor. Bu ilk sahneden itibaren de tüm dizi boyunca Marianne ya da Connell’ın olmadığı hiçbir sahneye rastlamıyoruz.

Normal People muhteşem ve mutlu bir aşk hikayesine değil; aksine gerçek, dokunaklı ve inişli çıkışlı bir insan ilişkisine şahit ediyor bizi. Daisy Edgar-Jones’un canlandırdığı Marianne karakteri ailevi problemleri, belki de yetiştiriliş tarzının da etkisiyle çoğu insanla arasına duvar örmüş, lisedeki ilişkileri yüzeysel bulan ve açık sözlülüğünden de ödün vermeyişiyle insanlar tarafından ötekileştirilmiş entelektüel bir karakter. Diğer yandan Paul Mescal’ın canlandırdığı Connell karakteriyse okulun popüler, karma arkadaş grubuna sahip ama kendini o gruba ait hissetmeyen, yine de onlarla vakit geçirmeye devam eden; çekingen ve biraz da utangaç mizaçlı ince ruhlu bir kişilik. Marianne ve Connell’in hikayesi belki de hayatın en çalkantılı dönemlerinden biri olan lisenin son yılında, önemli kararların alındığı bir dönemde başlıyor. Karakterler büyüyüp hayatları değiştikçe karakterlerin ilişkileri de zaman zaman derinliği ve seviyesi değişen bir düzlemde ilerliyor.

Dizi, bir tablo içerisinde kayboluyormuşsunuz gibi hissettiriyor çünkü İrlanda, İtalya ve İsveç’te geçen sahneler tüm yaşanan olaylara rağmen insana huzur veriyor. Dizinin bu kadar övgü alması ve de bu övgüleri hak ediyor olmasının en büyük sebebi bence hepimizin yaşayabileceği ya da kendinden parçalar bulabileceği bir hikayeyi ele alıyor olmasında ve bu hikayeyi olağanca sıradanlığıyla işliyor olmasında gizli. Çünkü ertesi bölümü izletmek için yapılan (İng. “cliffhanger”) sahneler yok dizide. Yaşanan olaylar içinizi acıtsa da kabulleniyorsunuz, zamana bırakıyorsunuz ve bekliyorsunuz ilişki zamana yenik mi düşecek, yoksa zaman iyi mi gelecek; çünkü hayat da böyle işliyor. Ve en güzeli de, hayat dizideki karakterler için de böyle işliyor.

İnsanın gittikçe içine kapandığı, derinden bağ kurabilmeyi ve yargılanmadan kabullenilmeyi nadiren yaşayabilmemizin içimizi acıttığı bu dünyada, yanında yalnız hissetmeyeceği birini bulmanın zorluğu belki de Marianne ve Connell’ın hikayesini bu kadar dokunaklı yapan şey. Sevginin asla tek başına yeterli olmaması; ilişkinin; sevgiye rağmen iletişim kopukluğu, sınıf farklılığı, hayatın çıkardığı zorluklar, yapılması gereken seçimler ve mesafeler yüzünden parçalanabilme gerçekliği de ayrıca bir etken. Aynı zamanda hissedilen yoğun duyguların en güzel dışavurumu şeklinde kurgulanmış cinsel sahneler o kadar içten ki karakterlerin birbirlerine aktardığı sevgiyi ve arzuyu açıkça görebiliyor olmamız da dizinin içimize işlemesinin önemli bir sebebi. Sevdiğimiz insanı feda etmemizi ya da geride bırakmamızı gerektirebilen tercihler yapmak zorunda kalabilmemiz ve bir gün geri dönersek bir bilinmezlik bulacak olmamız de dizideki diğer bir gerçeklik.

Daisy Edgar-Jones ve Paul Mescal’ın oyunculuklarını ve aralarındaki uyumu da övmeden geçmek olmaz. O kadar başarılı bir casting ve o kadar iyi oyunculuklar ki, karakterler arasındaki o tutkuyu, bazen soğukluğu, birbirlerine tutunuşlarını, kalp kırıklıklarını, iç fırtınalarını, iletişimsizliğin can yakıcılığını siz de kalbinizde hissediyorsunuz. Ve oyunculuklar sayesinde hislerin elle tutulabilirliği içinizi sızlatıyor. Bu ikilinin ayrı ayrı yeni projelerini görmek için fazlasıyla sabırsızlandığımı söyleyebilirim.

Zamanın durmasını dilediğimiz anlar, sonsuza kadar orada kalmayı dilediğimiz yerler; sadece aklımızda bizi mutlu eden, bir yandan da içimizi burkan anılar olarak kalıyor. Çünkü zaman yatağını değiştirmeden akmaya devam ediyor umarsızca. Hayat asla tek bir düzlemde ilerlemiyor, her yaptığımız seçim farklı olasılıklar ve farklı sonuçlar doğuruyor. Biz de, sevdiklerimiz de apayrı yönlere sürüklenebiliyoruz. İçinde bulunduğumuz labirentin çıkışını bulmanın tek yolu pes etmeden yürümeye devam etmek. Her yol ayrımı, basit bir manevra gibi görünse de farklı olasılıklara yöneltiyor bizi. Ve bu olasılıklar, labirent, hayat, devinimimiz devam ediyor, nefeslenmemize fırsat vermeden. Her şey bitiyor, dizi de bitiyor ama labirentimiz hala yerli yerinde, çözülmeyi bekliyor.

Leave a Reply