Dünyanın en sessiz, gözleri bir o kadar yorgun ama hala ısrrarla açık olanların en yalnız olduğu zamanın donuk gün ışıkları; çıplak ayakların altında yatan yakıcı cam yüzey ve insan vücudunun faniliğiyle çakışan sayılar; destek sağlaması umuduyla kuru dirsekleri acı verici bir ısrarla kavramış kemiksi parmaklar; son zerresine kadar kurtulunmak istenen tek parça nefesin çatlak dudakların hemen arkasında asılı kalışı. Eğer sizler bu fiilsiz, tamamlanamamış, zayıf cümleler kalabalığının çizdiği resme yabancı olan şanslı kesimdeyseniz; izin verin de size imkansızın peşinde koşmanın ağızda bıraktığı ekşi tadı tattırayım.

Uzun bir günün ardından insanın sevdikleriyle; annenizle, kız kardeşinizle, karınızla, kızınızla akşam yemeğine oturması yalnızca bedenini değil aynı zamanda ruhunu da doyurur. Ancak yemek her ne kadar aileleri her gün masa başına toplayacak kadar önemli ve değerli, kültürlerin baş tacı, tarih ve günümüzü bağlayan bir köprü olsa da bu olgunun çoğunluk tarafından görünmeyen ve bazılarımızın hayatını karartan bir gölgesi de var. Kadınlar çoğu geleneksel ev resminde yemeği masaya koyan figür olsa da, geçmiş birkaç yüzyıldır besin olgusunun ılık ve güven verici yanından faydalanamayışını bazen bizzat kendim bile deneyimliyorum. Toplumun fiziksel görünüş ve vücut imajı problemlerini her gün gazete manşetleri ve dergi kapaklarıyla üzerimize bastırılıyor ve zayıf dişi figürünün toplumdaki tiranı biz kadınlar ve sağlıklı bir vücut imajının arasına her geçen gün biraz daha mesafe ekliyor. Günümüzde her yüz kadından 1 ila 4’ü çeşitli yeme bozukluklarıyla başa çıkmış olup, 2018 yılında kadın nüfusunda en çok ölüm vakasının başını çeken ruh sağlığı problemi yılda on milyon kişi ile yeme bozuklukları ve anoreksik-bulimik eğilimler olmaya devam ediyor. [1] Kız çocuklarına oldukça erken yaşlarda çevreleri ve medya tarafından bedenleri hakkında bir istatistiğin onların kişiliklerinden, zekalarından ve entelektüel birikimlerinden daha çok değer verildiği empose ediliyor.

Kadın vücudunun biçimi, ideal görünümünün evrimi ve ona yüklenen beklentilerin sürekli değişimi, insanlık tarihi kadar öncelere dayanan bir geçmişe sahip. Yaklaşık son iki yüzyıldır kalıplaşmış ince ve zarif fiziksel görünümün dolgun ve kilolu karşıtları, tarihte Guatemala’nın yanı sıra Antik Yunan ve Roma’nın sanat eserlerinde ve Avrupa’da Barok dönem ürünlerinde yerlerini almakta. [2]

Rubens’in eserlerini örnek alarak, çoğu tablo ve heykelde kadın fiziğinin genel olarak ağır, akışkan, hatta hantal resmedildiği bu dönemde; kadının toplumdaki kritik işlevi doğurganlığıyla beraber gelen annelik rolüydü. Kilo, bir kadının hamilelik döneminde doğmamış bebeğe gerekli koruma, ısı ve besini sağlayabileceğinin göstergesinden başka bir şey ifade etmiyordu; bu da erkek nüfusunun niteliğinin değil niceliğinin önemli olduğu söz konusu feodal sistemlerde sayılı ihtiyaçtan biriydi. Elbette estetik kaygılar toplumdaki yerini kaybetmemişti, fakat kadın vücudunun toplu olmasının estetik açıdan onaylanması pragmatik olarak destekleniyordu.

Öyleyse insan algısındaki kadın vücuduna olan yaklaşımın bu büyük değişimini tetikleyen ana faktör neydi? Günümüz kadınlarını vücutlarını imkansız kalıplara sokmak için hem fiziksel hem de mental savaşlarda kaybetmeye zorlayan bu perspektif  Sanayi devrimi sonrasında kadının doğurganlığının öenmini yitirmesiyle kadının kendisinin de resimden kaybolmasıyla başladı aslında. Kadına verilen değerin düşmesi kariyer bazlı küreselleşmeye giden bu yeni dünyada kadını silik ve zayıf olmaya itti. Sonuçta kadın vücuduyla birlikte korkunç, gülünç bir trajediye dönüştü; halbuki kadının tek kabahati erkek olmayışıydı.

Kadınlar tarih boyunca çeşitli nedenlerden ötürü erkekler hatta iddialara göre tanrının ta kendisi tarafında hor görülmüş, işlemediği günahlardan suçlanmış, tacize ve şiddete maruz kalmış, avlanmış ancak bunların hepsinden bir kurtuluş yolu bulmuş yok edilemez bir tür. Kadının kendi vücuduna yabancılaştırılması ise belki de bu sorunların en basit görüneni ama bizleri en çok yıpratanı oldu. Çünkü bu kadına, kadın olmaktan kaçabileceği, kıvrımlarından soyunup; tıpkı toplumun istediği gibi dikkatten uzakta, yavaş yavaş küçülüp yok olabileceği bir yol gösterdi. Bu duruma uyan, Kim Chernin’in “The Obsession: Reflections on the Tyranny of Slenderness” adlı analizinde de de belirttiği örneklerden biri, 19 yaşındaki bir kızın ergenliğinde yaşadığı plansız hamilelik sonucunda, anoreksiya nervozaya kapılıp menstürasyonundan kurtulmak için aşırı kilo verme çabası; ve onun için bu toplumda kadın olmanın zorluklarını genç yaşında omuzlarından atmak için göze alınabilecek bir fedakarlık. Kadınlığını geride bırakarak, kaçamadığı sorumluluklarından ve üzerine yapıştırılan etiketlerinde sıyrılmak için ödenebilecek hafif bir bedel…

Şimdi durup da etrafıma şöyle bir baktığımda, büyümek erkeklerin üstlendiği bir görev olmuş, bu ifade her ne kadar kulağa ilkel geliyor olsa da bugün de kadınların sadece görünüşleriyle ve fizikleriyle isimlerinden söz ettirebildiği dünyamızda; şirketler, dernekler, markalar hatta ülkelerin yani kısacası büyüyen herşeyin altında erkeklerin imzası var. Bu demek değil ki kadınların bu ilerleme ve gelişmede katkıları, parmak izleri yok. Elbette var! Ama karda kalan ayak izleri gibi, eriyip gidiyorlar ya da zorla süpürülüyorlar bir kenara.

Kadınları küçülten ve onları ve dünyaya etkilerinin gözden uzağa, oyuncak bebekler gibi rafa kaldırmaya çalışan sistem; erkekleri ve onların banka hesaplarını, isimlerini, başarılarını büyütüyor.Her gün küreselleşen, büyüyen genişleyen dünya iklim değişikliğine izin veriyor olsa da; kadınları imkansız kalıplara sokma konusunda değişmemekte ısrarcı. Tek umut ise bugünün küçük insanlarının geleceğe doğru beraberce; eşitlik ve uyum içinde büyüyebilmesi…


[1] Mirasol Recovery Centers: Learning ED Statistics. (2018)

[2] Screening and brief intervention for obesity in primary care: a parallel, two-arm, randomised trial // Emily Yates-Doerr, Amsterdam Üniversitesi (2016)

Leave a Reply