Her mevsim farklı kokar benim için, her ay başka bir kişidir. Mayısa doğru taze bir ıtır cümbüşü yayılır etrafa; güz çıkageldiğinde ise ince bulut öbekleri damlacıklarını döker, bu sırada kazara yere, bir küçük cemre de düşer. 

Bugün eylül ayının ılık gecelerinden biri hâkim dışarıya. Aklımın koridorlarında, bir yandan kulağımda Kozak ezgileri, durmadan volta atıyorum. Anlamsız ve keyfi yürüyüşler bunlar; her adımı, bir kaşık misali, düşünce kazanını karıştıran voltalar… Ben eylülü çok severim. Güneşi kızıla çalan ağaçları parlatır; esintisi ise hafif, ipeksi bir dokunuştur fakat gündüzün tanıdık ve aydınlık düşünceleri, gece ne kadar güzel de olsa, zamanla ortadan kaybolmaya başlıyor. Çöken bir ağırlık…İçimi sıkan bir şey var. Söz etmiyorum, birçoğunuzun etmediği gibi. Susuyorum, her birimizin bir miktar yaptığından farksız… Ardından çıkmaz bir sokağa geliyorum; koca bir cam yuvar hariç hiçbir şey yok burada. İşte, önümde beliren bu garip fanus, çok geçmeden konuşmaya başlıyor. Gördün, diyor. Evet, sanıyorum ki pek çok şeyi… Anladın mı, diye soruyor ama ben neyi anlayacaktım ki?  

Harlanıyor bir ateşmişçesine, oldukça da öfkelenerek sanki. Afallıyorum, nutkum tutuluyor; hiçbir söz söyleyemiyorum. Ürkek iki küçük göz ve sersemlemiş bir çift kulak kalıyor benden geri. Aklım, onu avutacak tek bir ipucu için kıvranmakta. 

Neden sonra tekrar sarsıyor etrafı; sesi daha gür, sorusu daha veciz: 

“Kadın nedir?” 

*** 

Dönemsiz bir zamanda, yeniden doğrulmuş bir kıtanın1 kan ağlayan sokaklarındaydım. Nidalar ve nefret egemendi ortalığa. İnsan tartışılacaktı bu sefer, yine, yine ve yeniden! Silahlara davranıldı, hava demir kokalı2 bilmem kaç yüzyıl oluyordu. Geride kalan binlerce meyyit ve soğuk bir yas vardı nereye baksam. Oğullar ve analar, oğullar ve kızlar görüyordum; genç bir kadın, beyaz kumaşa sıkı bir düğüm atıyordu.3 

Kuru bayırları yutan anız dumanına dönüştü bu öbekler. Civar bambaşka ama bir o kadar da tanıdıktı. Dağ yamaçlarından aşağı, aynı renk giysilerle, aç bir tabur iniyordu. Göğe yükselen seslerle irkildim; yanımdan bir karaltı süzüldü hafifçe. Elinde kundağı çürük eski bir martin, sırtındaysa aciz bir çaput yumağı vardı. Karşıda bir insan duvarı…  

Son duası dudaklarından uçup gitti, o ise duvara doğruydu; duvar çullanacaktı üstüne; tuğlaları fent, vahşet ve faciadan yapılmıştı. Kulakları sağırdı onun, bu söylediklerim boğuk bir sesten ibaret kaldı sadece. Korkusuz bir yılkı misali esti, o esintinin yerinde bir poyraz, o poyrazın da ötesinde bir kasırga sardı etrafı. Kadın ve duvarın insan tuğlaları, beraber tavlanan külçeler gibi çarpıştılar ve, acı naralar arasında, eriyip ovalara yayıldılar. 

O lavda çözüldüm, yuvarlandım, renksiz bir küreciğe can verdim. Dumanlı fanus ve ben, artık ufak cam matruşkalardık. Küreciğin içinde dönüp dolaşıyor ve şarkılar söylüyordum. Algılarımın ötesinde bir tecrübe edindim bunun süresince. Düşüncelerim durağan bir deryaydı. Vakit, tıngır mıngır işledi. 

Ne zaman sonra bu kürenin dışındaki birini fark etti gözlerim; rafında durduğum genç bir kızı, bir gece yarısı, tahta pervazdaki aşığını öperken… 

Kızın gözleri ötekini yakaladı, bir aşkın tohumunu atmak üzere. İçi ısındı, öyle ısındı ki şuracıkta yanıp kavrulacak sandım! Yine de onu anladım, hep böyle olmaz mıydı zaten? Herhangi bir vaktin ilk yudumları içen kişiye zevk vermez; ona bir yolcunun tanmandaki sersemliğini, seyahatin coşkusunu tattırmaz mıydı? Ah; nasıl da ruhu titretir, zihne efsun salardı o yürek yangısı! Bir ömrün düşleri geldi işte gözünün önüne; çok düşündü, çok hayal etti bunun gibi çocuk kadınlar. Kimi adamlar onları sevdi, kimi adamlarsa bedenlerini…Binbir çeşit öykü yazılacaktı daha hayatları adına, sayfalarca kalbimize bir cereyan işleyecekti. Bazen böyle güzel, umutlu ve körpe çocuklar, vitrindeki porselen bebekler misali, azıcık oynanıp bir kenara atıldılar. Birileri kızlarını sattılar, diğerleri ise “verdiler”. Tuzlu ve ılık kireçle durulanan yüzler, zamanla yok olmaya başladı. Kils taşı döken gözyaşlarını duvak olarak giyen kızlardı onlar; gençliğin beslediği nice hayâl ve ümit, geçmiş ve gelecek arasında ölmüştü. 

Başka, daha başka kadınlar da yetiştirdi bu dünya. 

Bir aşk, bazen de yalın bir sevgi beklerdi, her ölümlü canın beklediği gibi. Bir busenin neminden evvel tenini soğuk toprağın okşadığı kadın, benim annem ve arkadaşım, sükûnet çiçekleriyle bezeli ebedî bir uykuya daldı. 

Gerçek şu ki çok yakında, bir bakış uzakta dururdu; avazı tükenene değin de oradaydı! Tüfek ve toplar; fikir ve yargılar; nefret ve kahır arasında savaşan kadın, benim hiç tanımadığım kız kardeşim, sakat bırakılmış doğruluğa son müdafaasını yaptı. 

Kadın nedir? Bir savaşçı ve bir anadır. Tomris ve Jeanne’dır. Meryem’dir. 

Bir kadın, aslında birçok şeydir… ne var ki yarının bazı kadınları; hayâlleri ve fikrileriyle dün, çocukken gömüldüler. Ruhlar karardı. Bedenler ise içlerindeki naaşa tabut olup bir ömrün fersahlarını yürüdüler. 

Gülücükler buğulandı, ifadeler görünmez oldu. 

Yüzler perdelendi. 

*** 

Bazen zihnimdeki bu cam fanusu dolduran tayf kümeleri öyle hiddetlenir, kabaran dumanları öyle acı ve keskin kokar ki bir çift el beni çekip bu fanusun içinde boğacak gibi hissederim. Kalbimi de sanki sıkar bu eller, dudaklarımı mühürler. 

Bu, aslında hiçbir zaman gerçekleşmez. Beynim kontrolü ele alır ve, genellikle bunları gece düşündüğümden, uykum gelmeye başlar. Hüzün suskunlaşır, gözlerime bir ağırlık çöker. 


1. Yazar, burada Rönesans (Renaissance) Avrupa’sına atıfta bulunuyor. ”Renaissance”, Fransızca “yeniden doğuş” anlamına gelmektedir. Buna rağmen Rönesans’la yükselen hümanizm, bilimsel/sanatsal atılımlar ve bunları izleyen Reform hareketleri sırasında 30 Yıl Savaşları gibi çatışmalar çıkmıştır. Bu, Avrupa’daki dönüşümün oldukça sancılı olduğunun bir göstergesidir.

2. Demir, kanın ona keskin bir koku veren bileşenidir. Binlerce canın feda olduğuna atıfta bulunuluyor.

3. Reform hareketleri sırasında Protestan-Katolik çatışmaları oldukça şiddetli seyretmiştir. Millais, 24 Ağustos 1572 Aziz Barthmolomew Günü’nde yaşanan Fransız Protestan (Hugeunot) katliamına işaret eder. Paris’te 3.000, tüm Fransa’da ise 22.000 kadar Protestan katledilmiştir. Az sayıda Protestan, kollarına Katoliklere has, Kilise’ye bağlılığı sembolize eden beyaz kumaş parçaları bağlayarak kurtulmayı başarmıştır. Tablodaki Katolik kadın, Protestan sevgilisini kurtarabilmek adına koluna bu tarz bir kumaş bağlamak istiyor. Adam ise davasından, ölmek uğruna da olsa, geri dönmeyeceğini anlatmak istercesine kadının düğüm atmasına mâni oluyor.

Kaynakça: Millais, John Everett. A Huguenot (1852) Resim Mackey, Stephen. The Abominable Bride (b.t.) Resim

Leave a Reply