Wes Anderson’ın renkli hayal dünyasına kapıları araladığımız unutulmaz bir film “ The Grand Budapest Hotel…” Film; pastel renk paleti, yıldız oyuncu kadrosu ve sıra dışı yorumuyla usta yönetmenin şaheseri diyebileceğimiz nitelikte. The Grand Budapest Hotel, usta yönetmene 2015 Akademi Ödülleri’nde en iyi yönetmen, en iyi film ve en iyi özgün senaryo olmak üzere 3 Oscar kazandırdı. Wes Anderson, uçuk kaçık alışılmışın dışındaki filmlerinde hayal dünyası ve gerçekliği pastel renk betimlemeleriyle ve sıra dışı karakterlerle birleştirmesiyle ünlüdür. Uzlaşmazlık ve uyumsuzluk temalarını çokça kullanan Anderson, sekizinci çalışması olan bu filminde bizi büyülü, alışılmadık, bambaşka bir yolculuğa çıkarıyor. Hikayenin kıvrımlarında adeta kayboluyoruz!
The Grand Budapest Hotel’in hikayesinin ama temasının geçtiği olaylar 1932 yılında yaşanmaktadır. Anderson, tam bu tarihte iki savaşın ortasında Avrupa kentlerinde yaşanılan, tarihin ve sinemanın en akılalmaz, gizemli, cazibeli, ışıltılı aşk ve casusluk hikayelerinin anlatıldığı, yaşandığı bir yılı seçmiş. Sonrasında, hikayesini hem kendi tarzıyla yorumlamak hem de yalın gerçekliğe hapsetmemek, kurgusunu bilindik detaylarla, isimlerle bozmamak için hayal gücünü devreye sokmuş. Hayal gücünü ve renklerin büyüsünü kullanarak hayali bir yer yaratmış: Zubrowka Cumhuriyeti. Tamamen hayali, yepyeni bir yer! Filmde, otelin tüm misafirleriye, özellikle de zengin, yaşlı ve tesadüfen sarışın hanımefendi misafirleriyle özel olarak ilgilenen ve işini soylulukla yapan konsiyerj görevlisi Gustave’in ve otele yeni gelen belboy ve komi görevlisi Zero Mustafa adında genç adamın başlarından geçen olaylara ve ikilinin sıkı dostluğuna tanık oluyoruz.
İkili birbirlerinin sırdaşı olurken, bu esnada Gustave’in yaşlı sevgilisi ve aynı zamanda otelin müşterilerinden ve gizli hissedarlarından biri olan Madame D. esrarengiz bir şekilde hayatını kaybeder, bunun üzerine Gustave ve Zero, Mademe D.’ ye veda etmek üzere yola çıkar. Şato’ya vardıklarında, çok varlıklı bir asilzade olan Madame D.’nin miras olarak Gustave’ye paha biçilmez değerde eski bir rönesans tablosu bıraktığını öğrenirler. Bunun açığa çıkmasıyla aile içinde büyük bir karmaşa çıkar. Bu andan itibaren olaylar akılalmaz bir şekilde belalarla dolu bir maceraya dönüşür. Gustave ve Zero gerçeklerin peşinden iz sürerken, dışarıda bir çağ değişmektedir…
Anderson, Hugo Guinness ile birlikte yazdığı senaryoda Stefan Zweig’in çalışmalarından faydalanmıştır. Zweig kimdir? Avustralyalı, yahudi asıllı roman-oyun yazarı ve gazeteci yazar, 1942 yılında Hitler’in karanlık baskıları sürecinde karısı ile birlikte intihar etmiştir. Anderson, Gustave ile Zero’ nun madame D.’nin ölümünden (öldürülmesinden) sonra sürüklendikleri gizemli ve tehlikeli polisiye öyküde, tehlikeyi ve karanlığı sürekli ama alaycı bir ton oluşturarak bizlere hissettiriyor. İkili asla karanlığa teslim olmuyor, tükenmiyor. Bu eğlenceli ve insani hikayede, Gustave ve Zero’ nun temsil ettikleri; saflık, azim ve zekayla, bütün kötü düşüncelerin üstesinden gelinebileceği iyimserliğini görüyoruz…
The Grand Budapest Hotel’ de beni en çok etkileyen her şeye rağmen karakterlerin birbirlerine bağlılığı ve iyimserliği oldu. Yönetmen, insanın ne durumda olursa olsun iyimserliğini ve iyiliğini kaybetmeme gücüne sahip olduğunu etkileyici bir sanata dönüştürerek anlatmış bizlere. Umarım siz de başınızdan geçen kötü olaylarla bu filmdeki karakterler gibi iyimserlikle ve umdunuzu kaybetmeden başa çıkabilirsiniz, kendinize ve sevdiklerinize her ne olursa olsun güvenip, inanabilirsiniz.