Selam,
Mental olarak çiçek bahçesi, neşe festivali, yüksek doz eğlence trafosu olamadığım bir dönemdeyim. Ancak bunu bireyselden çıkarıp kolektife armağan etmek isterim. Zira her birimiz bir tür prangayla hayatımızı idame ettirme derdindeyiz. Akış bizi kabul etmiyor ve hayat lapasının içinden süzülüp gitmek hayli zorlaşıyor.
Minik Sisifos’lar yüklenin kayalara!
Böyle zamanlarda hiper-gerçekliğin vahşi doğası ağır geliyor. Her şeyi olduğu gibi görmek büyük sıkıntı. Olduğumuz gibi görmek ise self-felaketin kadim başlangıcı…
Size iç dünyamı az biraz duygusal, üç-beş ucuz cümleyle aktardım fakat 20.yy zaten bize bunu bir akım yapıp paket hâlinde halihazırda sunmuştu.
Dosya: Ekspresyonizm Belası ve Jean-Michel Basquiat:
Ekspresyonizm dendiğinde meselenin kişiselliğini görmek gerek. Doğanın olduğu gibi ifadesi değildir burada esas olan. Sanatçının tüm ruhunun dışavurumudur. Duyguların, iç dünyanın ve hatta yıkımın olduğu gibi gösterimidir. Şatafatlı renkler, bozulmuş formlar, belli belirsiz şekiller, çizgiler kullanılır. Görüneni resmetmek amacından çok daha ulvi bir amacı vardır: Kişinin ruhunda saklanan yegane gerçekliği bulup resmetmek.
Akım, Almanya’nın siyasi çalkantılarının ve beraberinde gelen tüm ekonomik zorlukların arasından süzülüp çıkmıştır. Dönemin ani teknolojik atılımları, yeni yüzyılın eskisinden bambaşka bir dünyayı doğuracağı anksiyetesi de baharat etkisi yaratmıştır.
O dönemde bir grup Alman sanatçı tarafından kurulan “Die Brücke / Köprü Grubu” ise kendi manifestosunu yaratıp yalnızca gördükleri gerçekliği yansıtan empresyonistlere kafa tutarak tüm bu acılara,karamsarlığa ve gelecek kaygılarına karşı bir araya gelmiştir. Yüzeysel natüralizmden paçayı kurtarma arzusundalardır. Talepleri son derece açık ve anlaşılabilirdir: Tüm yerleşik güçlerin köhne varlığından sıyrılıp yaşama serbestliği talep ediyoruz. Üstelik içinde barındırdığı yaratıcılık dürtüsünü, sahip olduğu aşırı heyecanı çarpıtmaksızın hatta şiddetli ve abartılı bir biçimde tuvale yansıtan herkes bizimledir!
Yani ekspresyonizm dediğimizde aklımıza gelecek birkaç şey var: Güçlü renk kullanımı, sanatçının ruhunda barınan karmaşık duygular, nesnelerin gerçek varlıklarıyla değil sanatçının ona karşı olan hisleriyle resmedilmesi, keskin fırça darbeleri, bozulmuş biçimler, üç boyut yerine iki boyut, gam, keder, acının yüzümüze bağırışı, Edvard Munch, Vincent van Gogh, deformasyon, maneviyatın keşfi, duygusal deneyim, abartı, fantezi…
Sanat, artık göze hitap etmekten fazlasıdır.
Ve artık öncelik, tuvaldeki renklerin salondaki oturma grubuna uyum sağlamasından çok daha başka bir yerdedir.
Ekspresyonizm, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’da baskın sanat anlayışı olmaya devam etmiştir.
Gel zaman git zaman, 1970’lerde Neo-Ekspresyonizm’in gelişmesiyle de tekrar eski capcanlı günlerine dönmüştür. Keza 1980’lerin ortalarına kadar da hem Batı Avrupa hem de Amerika’daki sanat camialarında popülerliğini korumuştur.
Ekspresyonizm, Neo versiyonuyla şahlanmadan birkaç yıl önce Brooklyn, New York’ta bir bebek doğdu: Jean-Michel Basquiat.
-32.Gün tadındaki girişimiz meseleye cuk otursa da biraz yakamı façamı toparlayıp anlatmaya devam edeyim-
Jean-Michel Basquiat 1960’ta Haitili bir baba ve Puerto Rico asıllı bir annenin birleşimi neticesinde orta sınıf bir ailede dünyaya geliyor. E bu mirasın neticesi olan çok kültürlülük sağ olsun İngilizce, İspanyolca ve Fransızca konuşabiliyor ve bu sayede Fransız sembolist şiirlerini orijinal dilinde okuyarak ileride vereceği eserlerdeki etkisine kendisini bizzat maruz bırakıyor. Bazı kaynaklar babasının hem fiziksel hem de duygusal açıdan tacizci, annesinin ise dengesiz bir ruh hâline sahip olup depresyondan muzdarip olduğunu yazsa da sanatla ilk tanışması da yine annesinin onu Modern Sanat Müzesi ve Brooklyn Müzesi’ne götürmesiyle oluyor. Yine aynı şekilde sanatı üzerinde esaslı bir etkisi olan tıp ansiklopedisi, insan anatomisi referans kitabı, Gray’s Anatomy (1858)‘yle de annesi aracılığıyla tanışıp eserin büyüsüne kapılıyor. Eserin önemi çok büyük çünkü Basquiat, geçirdiği bir trafik kazası neticesinde hastanede yatarken annesi okuması için bu kitabı getiriyor ve Basquiat, anatomiden tüm sanat yaşamı boyunca kafatası, kas, bağırsaklar ve çeşitli diğer formlarla ilham alıyor. Birçok farklı biçimde yorumlanabilir ancak parçalanmış ve ötekileştirilmiş bedenlerin müthiş kırılganlığı ya da insanın tüm bu ayrıksı parçaların birleşimi olmasına bağlı tuhaf gücüne vurgu yaptığını söyleyerek biraz da san’at alıcısı tarafımızı konuşturalım be sevgili okuyucu.
“I don’t think about art when I’m working. I try to think about life.”
Basquiat, kendinden söz ederken hep yalnız, arkadaşsız hissettiğini ve yanlış anlaşıldığını söylüyor. Belki de dışavurumcu sanatının temelleri ruhunda bu duygular üzerine inşa edilmiştir, kim bilebilir.
“I want to make paintings that look as if they were made by a child.”
Basquiat, henüz 7 yaşındayken ailesi boşanıyor ve kendisi, annesinin zihinsel rahatsızlığı sebebiyle, babasıyla yaşamaya başlıyor. Henüz 17 yaşındayken ise okulu terk ediyor, evden kaçıyor ve köhne otellerde, o ya da bu kanepede, Washington Square Park’ta ‘takılmayı’ amaçlıyor. Bu olay Basquiat perspektifinden anlatılıyor ancak bazı aile bireyleri olayı bambaşka bir açıdan anlatıp Basquiat evden ayrıldığında da onunla iletişim hâlinde olduklarını ve kendisinin okulda son derece başarılı olduğunu, üstelik kendisinin ve kız kardeşlerinin birkaç tokattan fazlasına maruz kalmadıklarını beyan ediyor.
“I had very few friends. There was nobody I could trust. I left home when I was fifteen. I lived in Washington Square Park.”
-Yine 32.Gün’e döndük ancak harbiden meselemiz burası değil sevgili okuyucu. İstediğinize inanınız, kalbinizin sesini minik bir kuş misali özgür bırakınız-
Peki bu birey sanat üretimine ne zaman başlıyor?
Bu bahsi geçen dönemlerde, 17 yaş civarında, sanatçı arkadaşı Al Diaz ile birlikte SAMO (Same Old Shit) takma adıyla Manhattan’daki binalara graffitiler yapmaya başlıyor. Genelde metne dayalı eserler veren SAMO, sistemin karşısında duruyor ve asi bakış açısını gösteren düzen karşıtı, siyaset karşıtı ve daha pek çok kurulu mekanizmaya karşı mesajlar veriyor.
“Some days I can’t get an idea, and I think, ‘Man, I’m just washed up,’ but it’s just a mood.”
SAMO’nun çalışmaları karşı kültür basınızda ilgi uyandırıyor bu süreçte ve ana akımdan ayrılan bir yayın olan Village Voice’un dikkatini çekiyor.
Basquiat, Village Voice’a verdiği bir röportajda SAMO’yu anti-materyalist olarak tanımlıyor ve aslında SAMO’nun olayının “sahteliklerle alay etmek için bir araç” olduğunu yapıştırıyor. Hatta Manhattan’da bulunan gergin, orta sınıf sahtekarların onun kurmuş olduğu bu üçkağıta düşmelerini komik bulduğunu da ekliyor.
“The country makes me more paranoid, you know? I think the crazy people out there are little crazier.”
Fakat en çarpıcı tespiti şu: Kulağa çok esaslı ve derin gelmeye çalıştık. Gerçekten öyle olduğunu sandılar.
Herifin umurunda değilken bir anda sanatı tüm sokaklarda yankılanmaya ve belki de tüm ömrü boyunca karşısında durduğu orta sınıf sahtekarlığına peşkeş çekilmeye başlıyor.
“I don’t listen to what art critics say. I don’t know anybody who needs a critic to find out what art is.”
Basquiat, bu dönemde evsiz. Arkadaşlarının dairelerinde o kanepe senin bu kanepe benim takılıyor. Hadi bakalım kanepesiz kaldık, bu sefer de parkların bankları bizimdir! Geçimini de New York müzeleri önünde, kendi çizdiği resimleri içeren posta kartları ve tişörtleri satarak, yer yer dilencilik yaparak ve birtakım ufak tefek illegal işlere bulaşarak sürdürüyor. Bu dönemde aynı zamanda Mudd Club ve Club 57 gibi şehir merkezindeki kulüplere takılıyor. Bu kulüpler mühim çünkü takılan ekip bir şahane. Her iki kulüp de Keith Haring, Kenny Scharf, Jim Jarmusch ve Ann Magnusson gibi yeni nesil görsel sanatçıların ve müzisyenlerin doluştuğu bir cazibe noktası. Bu saydığımız isimler de Basquiat’nın hem arkadaşları hem de zaman zaman işbirlikçileri oluyor.
Bu ekipte Keith Haring bizim için önemli. Zira kendisi Basquiat ‘nın önemli rakiplerindendir.
1970’lerin sonlarında Bronx ve Harlem’deki grafiti sanatçılarıyla şehir dışında zaman geçirmeye başladı.
“I wanted to be a star, not a gallery mascot.”
Haziran 1980’deki Times Square Show’a dahil ediliyor. Gösteride resim, grafiti ve performans sanatı yer alıyor. Jenny Holzer, Keith Haring, David Hammons ve Kenny Scharf’ın da dahil olduğu katılımcı sanatçılar 70’lerin ekonomik felaketinde ortak bir yaşam tarzı etrafında birleşip bunu alıcılarına sunuyor. Bu sergi sayesinde Basquiat’nın profili yükseliyor ve ilk kişisel sergisini 1982’de SoHo’daki Annina Nosei Galerisinde açıyor.
“I have a painting where somebody’s holding a chicken, and underneath the chicken is somebody’s head.”
Basquiat, bu dönemde yükselen bir yıldız. Çalışmaları tam da bahsettiğimiz Neo-Ekspresyonizm etkisiyle öfkesini, boşvermişliğini punk bir üslupla ve graffiti alt yapısıyla ortaya koyuyor. Sanattaki bu yenilik ise sokaktan çıkıp dönemin en meşhur galerilerine yükseliyor. Keza Basquiat daha sonraları Los Angeles’ta sanat simsarı ve galerici Larry Gagosian tarafından temsil ediliyor.
“I had some money, I made the best paintings ever. I was completely reclusive, worked a lot, took a lot of drugs. I was awful to people.”
Sene 1982, Basquiat için verimli ve vahşi bir sene. Dünyanın çeşitli şehirlerinde altı büyük sergi açıyor. Bu da yetmiyor, her beş yılda bir Almanya’nın Kassel kentinde düzenlenen uluslararası çağdaş sanat festivali Documenta’ya katılan en genç sanatçı oluyor. Bu dönemde pek çok eser yaratıyor ve bir taçlandırılmış siyah kahin kahraman motifi geliştiriyor. Caz müzisyeni Dizzy Gillespie ve boksörler Sugar Ray Robinson ve Muhammed Ali’den bu dönemki çalışmalarında dev ilham alıyor.
“The black person is the protagonist in most of my paintings. I realized that I didn’t see many paintings with black people in them.”
Buradaki soyut portreleri incelerken var olan fiziksel benzerlikten ziyade özü görmek gerekiyor. Basquiat’nın tekniğinin bu denli hoyrat ve vahşi olmasının amacı eserin özünde ortaya çıkıyor. Eserlerinde kullandığı öznelerin derin arzularını, saklanmış dürtülerini, gizli benliklerini görüp bu gördüklerini ortaya çıkarmayı hedefliyor. Bu eserlerin bir diğer gizli amacıyla da fetişleştirilmiş “siyah erkek bedeni”nin ön plandaki varlığı kesilip öznelerin zekası ve tutkusu güçlendirilmiş/ön plana çıkarılmış oluyor.
Basquiat’nın sanatına yansıyan bir diğer mühim dostluğu ise 1980’lerin başında Andy Warhol ile tanışmasıyla doğuyor. 1984’ten 1986’ya kadar Ten Punching Bags (Last Supper) (1985-86) gibi birçok eser üzerinde pop sanatçısı Warhol ile birlikte çalışıyorlar. Bu işbirliği genel anlamda ne eleştirmenler ne de izleyiciler tarafından destekleniyor. Sanat piyasasının ticari boyutuna bir ilgi hareketi olarak görülmesi neticesinde onaylanmıyor.
“Believe it or not, I can actually draw.”
Gerek aniden tadılan şöhretin gerek sanat piyasasın tarafından dayatılan ticari kaygıların tahakkümü Basquiat’nın hayatının bu evresinde eroin ve kokain bağımlılığının üst limitlerine ulaşmasına sebep oluyor. Burada Basquiat’nın çevresindeki bazı insanlar giderek artan bu bağımlılığı, sanat camiasının rekabetçi ortamı ve tüm bu zorbalıklar altında sanatını sürdürmenin stresine ek olarak, “beyaz sanat dünyası”nda renkli ve güçlü bir figür olmanın yoğun baskısına bağlıyor.
“I am not a black artist, I am an artist.”
Warhol’un 87’deki ölümüyle Basquiat derinden sarsılıyor. 88’deyse henüz 27 yaşındayken New York’taki evinde aşırı dozda eroine bağlı zehirlenme sonucunda hayatını kaybediyor.
Kendinize iyi davranın ve yüksüz yaşayın,
Sevgilerimle,
Kübra
https://www.artnews.com/feature/who-was-jean-michel-basquiat-why-was-he-important-1234579679/
https://www.theartstory.org/artist/basquiat-jean-michel/life-and-legacy/