Kimdi Mayatah? Öyle biri var mı yok mu, yaşıyor mu ölü mü; bir fikrim yok aslında. Mayatah, düşlerimdeki tüm cennetleri, üzerine bir gergef işler gibi işlediğim insanın adı galiba. Belki asla var olmayacak bir kahraman. Belki de var olduğu halde, hayatım boyunca kendisine rastlayamayacağım bir Don Kişot.
Emin olduğum tek şey Mayatah’ın, konuştuğum dili anlayan tek insan olduğu.
Mektuplar yazdım ona. Her hafta yazdıklarımın arasından birini göstereceğim size.
İşte ilk mektup.
-1-
Mayatah,
İçim sıkılıyor, ruhum daralıyor. Sana doğru koşmak, durmadan, nefeslerim kesilinceye dek koşmak istiyorum. Özgürlüklerini yelelerinde saklayan simsiyah atlar gibi koşmak istiyorum sana… Uzun bir okyanus kıyısının başında ben, sonunda sen. Sana giden yolda çok garip nesneler var. Tabaklarının dibine yapışmış aciz mumlar, renkleri kadar masum olmayan pek intiharlı ilaçlar, yuvasını kaybetmiş karınca yalnızlıkları, ağlamak istemekler, ağlayamamaklar, deve yükleri kadar plastik teselliler, ağlamaklar… Ve susmaklar. En çok susmaklar var bu sahilde. Bir de karaya ayak basmış denizyıldızları.
Bir denizatı cesedi kadar bile şahlanamayan harfler var dudaklarımın gölgesinde.
Özlüyorum Mayatah. Çok özlüyorum seni.
…
Eminim varsın, eminim nefes alıp veriyorsun bir yerlerde.
O devasa sahili aşıp sana ulaşmamı bekliyorsun belki de, kim bilir.
Sahil uzun, kumda koşmak zordur, bilirsin. Ama Arap’lık vardır kanımda, çöllere aşinadır bedenim. O yüzden kum deyince bedevi, şiir deyince pek saraylı bir Arap kızı olmasını iyi bilirim. Yeter ki bulayım seni bu sahilin sonunda, yeter ki buluşabilelim Mayatah.
Sen olmazsan derdimi anlatacak başka kimsem olmayacak.
İkimizin dilinin resmi dil kabul edildiği bir memleket var olmayacak hiçbir zaman ve sönecek dibe çökmekte olan tüm mumlar. Bol intiharlı hapları fondipleyeceğim belki o zaman. Ama önce, duymaktan en evvel kendimin utanacağı küfürleri, özenle cımbızlayıp bilinçaltımın derinliklerinden, dağ başlarına çıkıp bol bol haykıracağım her birini. Gözümü korkutmaya çalışan ayakları hançerli şahinlere caka satarcasına haykıracağım hem de.
Sonra yuvasının çevresinde paytak adımlarla gezinen çocuk karıncaları itinayla seçip, fırlatacağım yalnızlıklarıma. Derin yalnızlıklarımın, derin girdaplarına.
Evet. Karanlık olacağım, ölü olacağım, hatta katil olacağım.
Ve içimdeki pek şiirli bayram sabahlarını bilmeden, dışımdaki katedrallerde soğuk ve zoraki Pazar ayinleri düzenleyerek, papazların ellerinden yedikleri bayat kurabiyeler yüzünden ölecek insanlar.
Seni bulamazsam, içimdeki kocaman Süleymaniye’yi keşfedecek kimse olmayacak Mayatah.
Mayatah… Olur da beceremem, ayağım kuma saplanır da düşersem; yönümü bulmak için göğe diktiğim deniz yıldızlarına sor beni. Hatta onlar düştükçe geri dik her birini yeniden ve her birinde yalnız beni dile, Mayatah.
Sahilin öteki ucunda beklerken beni, devam et en güzel kitapların en güzel sayfalarını okumaya.
Hiçbir yerde bulamasak da, bambaşka kitapların ruhlarımızda bıraktığı aynı huzurda buluruz belki birbirimizi. Kim bilir?
Farklı kitapların elli sekizinci sayfalarında rastlarız belki birbirimizin parmak izlerine.
(O değil de, hayal bulutlarımın içinde usulca gezinirken kim olduğunu bilmesem de; – siyah hariç- her renkten sevgiler biriktiriyorum sana, Mayatah.)
Şimdi fark ettim;
Ne çok ihtiyacım varmış senle konuşmaya.
Beni hep dinle böyle, olur mu?