19962

Yıllardan beri akan kanı dindirebilecek miydik ?  şehitlerin intikamını alabilecek miydik ? Vatansever anaların gözyaşlarını bitirebilecek miydik ? Devleti devlet yapan, bütün eyaletlerin yükünü tek başına göğüsleyen ancak İstanbul’un gözünde vergi alınan kölelerden başka değeri olmayan Anadolu insanına kendini yönetebilecek bir mecra verebilecek miydik ve damat Feritleri cennet yurdumuzdan defedebilecek miydik? Ne benim dedem ne senin deden kimse bu sorunun cevabını bilmiyordu 19 Mart 1920’ye kadar. Ancak liderine güvenen bir halk, kendini halkına adıyan bir lider vardı 19 Mart 1920 günü. Az zamanda çok ve büyük işler başarmayı kendilerine ilke edinen atalarımız bir bildirge yayınladılar o gün. Yine kısa zaman içinde bir araya geleceklerdi, her geçen zaman peşkeşçilere, hainlere ve düşmanlara bir fırsattı. 23 Nisan günü Ankara’ya gelen mebuslar, alanı küçük ama dünyaya demokrasi dersi verebilecek kadar büyük öneme sahip bir meclisi açtılar.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurucusu ve ilk başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurucusu ve ilk başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk.

Halkı temsil eden mebuslar, mecliste halkın yansımasıydılar. Ceplerinde paraları, giyecek elbiseleri, karınlarını doyuracak ekmekleri  ve kaybedecek bir varlıkları da yoktu, sadece gelecek güzel günlere, çocukların yüzlerinin güleceği günlere erişeceklerine olan inançları vardı. Mustafa Kemal’in de bir çocuğu vardı, 23 Nisan 1920 günü dünyaya geldi, adı da Türkiye Büyük Millet Meclisiydi. Gazi Paşa da bu çocuk için iyi bir gelecek temenni ediyordu. Bu çocuk o kadar saf, o kadar temizdi ki ne içinde halka yalan söyleme isteği vardı ne de üç kâğıtçılık yapma arzusu, üç kâğıtçı bir virüs içine girdiği zaman bir şekilde onu dışarıya atıyordu bu çocuğun bünyesi. Çocuğun attığı her adım başarıyı getiriyordu. Gümrük Antlaşması, Lozan Antlaşması ve demokrasi düşmanlarının sindirilmesi, gericiliğin defedilmesi, çağdaş modern yapılar hep bu çocuğun girişimleri sayesinde meydana geliyordu. Sadece siyasi hayatta değil, sosyal hayatta da bu çocuk çok başarılıydı. Yeni okullar açıyor, gece gündüz halkı nasıl daha refah seviyeye ulaştırabiliriz diye düşünüyor gerektiğinde maaşını bile almıyordu bu çocuk sırf halkı için, Anadolu için. Aynı çocuk, köy enstitülerini açtı, öğrenciler yurt dışı eğitimleri için ek fonlar oluşturdu, ekonomik krizler de dahi dışa muhtaç olmamak için, babasının kimseye boyun eğmediğini kendisinin de boyun eğmemesi gerektiğini bildiği için gün geldi aç yattı, atlarını, arabalarını sattı. Bu çocuğun sürekli ziyaretçileri oluyordu, gerçek aydınlar, yurt dışında eğitim almış sanatçılar, başarılar kazanmış askerler, tarih araştırmacıları, bilim insanları ve gerçek din adamları… Anadolu’ya hizmet aşkıyla yanıp tutuşan herkes ziyaret ediyordu bu çocuğu. Gün geldi çocuğun tecrübelerinde yararlandığı babası ebediyete göçtü. Artık tecrübe eksikliğinden midir nedir çocuk yıllar boyu iki ileri adım attıysa on geri adım attı. Sanki yıldızı sönmüş gibiydi zaten yavaş yavaş yaşlanıyordu da. Zamanı geliyor postallarla, zamanı geliyor dar ağaçlarıyla karşılaşıyordu. Çocuk günümüze doğru geldiğinde, gözleri pörtlemiş, fikir üretemez hale gelmişti. Eski aktif hareketlerinden eser yoktu. Bir de çocuğun damarlarında naylon faturadan suçlu bulunanlar, dağlarda terörist olup çocuğun elini kolunu kesmeye çalışanlar, arabeskçiler, yalancı aydınlar, bankaları hortumlayanlar, sürekli torpille iş yapanlar, onlarca dosyası olup bu çocuğun ‘dokunulmazlık’ denen maddesine sığınanlar yer almaya başladı. Artık bu virüsleri atacak dermanı yoktu bu çocuğun.

Geçen gün ziyaretine gittim Mustafa Kemal’in 93 yaşındaki çocuğunun, yanına ulaşabilmek 6 ayrı cihazdan geçtim. Çok ilginç 1920’lerde böyle bir duvar yoktu aramızda gayet samimiydik. Hâlbuki, zamanında dedem de babam da ben de çok hizmetlerde bulunmuştuk bu çocuğa, bize yaptığı iyiliklerin altında kalmamak ve babasının mirasına saygı göstermek amacıyla. Arama cihazlarından geçerken şöyle bir baktım;   aaaa yukarda saymış olduklarım elini kolunu sallaya sallaya geçiyorlar. Neyse bir şekilde kendisiyle görüştük ama burnu bir havada bir havada inanamazsınız, diğerlerine de çok itibar gösteriyor, nazik davranıyor. Ne yapalım görüşmemizi tamamlayıp, saygı gereği elini öpüp, sonun hayır olsun deyip ayrıldık 93 yaşındaki dedemizin yanından…

Leave a Reply