Baştan belirtelim: Bu yazı, son günlerde görmeye alıştığımız yazılardan değil. Son bir haftadır, hükümeti, polisi yerden yere vuran yazılara, görüntülere videolara çok alıştık, kendimizi çok kaptırdık. Hal böyle olunca düşündüğümüz, yazdığımız hep bu tonda oldu. Ben bu yazıyla hükümeti yerden yere vurmayacağım, polisi yerden yere vurmayacağım. Aslına bakarsanız protestocuları da yerden yere vurmayacağım ama geçtiğimiz hafta yazılan yazılar, sosyal medya paylaşımları olaya hep aynı taraftan baktığı için bu yazıyı biraz yadırgayacaksınız. Oysa ben sadece akıl, hakkaniyet ve vicdan sahibi bir insan, bir vatandaş olarak, haklıya hakkını, suçluya suçunu teslim edeceğim. Baştan belirtiyorum: Tahammül edemeyecek olan okurlar, bu yazıyı okumayı lütfen burada bıraksınlar. Zira ben, yazımı duygusallıkla değil, akl-ı selimle okuyup, beni eleştirecek okurların fikirlerini duymak istiyorum ve ekliyorum: Demokratik hakkımı kullanarak fikir beyan ettiğim, sizin gibi düşünmediğim ve sizin savunduklarınızı savunmadığım için özür dilerim (!)
Artık herkes anladı: Bu protestoların tek sebebi Taksim Gezi Parkı’ndan taşınan 3-5 ağaç değil. Alkol düzenlemesi, Suriye politikası, 3. köprü derken bu günlere geldik. Aslında her biri konuşulması gereken birer ana konubaşlığı ancak bunlara bu yazıda maalesef odaklanamayacağız.
Son günlerdeki Gezi Parkı olaylarına polisin ilk baştaki sert tutumunun neden olduğu bir gerçek… Nitekim bunu 4 Haziran günü
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da ifade etti. Polisin bu sert tutumu ve Tayyip Erdoğan’ın anlaşılması güç, geri adım atmayan tavrı da olayları iyice körükledi ve belki de bu noktaya getirdi. Halbuki bir başbakanın görevi yönetmekte olduğu toplumun psikolojisinin stabilizasyonunu sağlamaktır. Şayet toplumda kaotik bir ortam cereyan ederse, başbakan bunu sağduyu ve akl-ı selimle yatıştırmakla mükelleftir. Olayları belki de tek bir cümlesiyle yatıştırma şansı varken, geri adım atmaktan çekinmesi, hatta “çapulcular” gibi daha da gerecek açıklamalar yapması liderlik sanatına ve yönetici kimliğine ters düşen bir hareketti.
Bunun yanında başbakan öyle bir söz söyledi ki herkes kendisini bölücülükle suçladı ve ortamın gerginliği bir kat daha arttı. Ne demişti Tayyip Erdoğan? “Eğer onlar 100 bin kişi toplarsa, biz de 1 milyon kişi toplarız!” Bu cümlesiyle Erdoğan, bütün şimşekleri üzerine çekti. Bu açıklamasıyla toplumun gerginliği bir kat daha arttı ve herkes bunu bir güç gösterisi olarak algıladı. Günlerdir İstanbul’da dönen olaylara, akşamları hemen her ilde organize edilen tencereli-tavalı ‘yoklamalara’ baktığımızda, toplumun bir nefret patlaması yaşadığı açık bir gerçek. Başbakan’dan yatıştırıcı bir açıklama duyamaması ve alanlarda polisin uyguladığı orantısız güçle infiale kapılan muhalif kitle sesini yükseltti ve gündemde ön plana çıkmakla kalmayıp adeta patlama yaptı.
İşte bu noktada; Erdoğan’ın hiç de şık durmayan açıklamasına belki de başka bir açıdan yaklaşılabilirdi. Kendini ‘halkın ta kendisi’ olarak niteleyen muhalif kitlenin haricinde, bu eylemlere kısmen katılan, ya da katılmayan, toplumun bir başka büyük parçası daha olabilirdi. Hatta bu büyük haricî parça milletin %50’si bile olabilirdi. Eylemciler, kamu mallarına zarar vermek, işyerlerini yağmalamak, belediye otobüslerini yakmak, kaldırım taşlarını sökmek, hususi araçlara zarar vermek suretiyle, demokratik protesto haklarının ötesine geçmiş ve diğer insanların mallarına ve hayatlarına tecavüzde bulunmuş olabilirlerdi. Bütün bu çirkin üsluba karşı, eylemleri kısmen destekleyen-desteklemeyen halk da kendini ifade etme hakkına sahip olabilirdi. Eğer bu haricî kitle de haklarını aynen bu şekilde ifade etmeye kalksa, meydanlara inse, ülkede bir iç savaş ortamı belirebilirdi.
Bu süreçte muhalif kitlenin yaptığı belki de en büyük yanlış, içinde bulunduğu duygusal ve dinamik ruh halinden dolayı, kendini ülkenin her yerinde varsayması ve herkesi kendisi gibi düşündüğü yanılgısına kapılmış olmasıydı. Hatta ve hatta herkesi eylemleri desteklemeye mecbur bırakması ve bu olaylarla ilgili yorumları insanlık ve vatandaşlık turnusolu şeklinde algılamasıydı… Tüm bu olayların, hayat tarzına ve fikir hürriyetine müdahale sebebiyle ortaya çıkmasıysa sanki biraz olayın ironik boyutunu ortaya koyuyor. Eylemcilerin ‘üç-beş çapulcu’ ve ‘marjinal gruplar’ oldukları ne kadar gerçek dışıysa, topyekün bir ülkeyi temsil ettikleri de o kadar gerçekdışı. Derken, demokrasi çerçevesinde fikrimi beyan ettiğim için, bu düşüncemi paylaşmayan okurlardan özür diliyorum (!)
Bunları belirtmişken, bir hususa değinmeden edemeyeceğim. 77 ildeki olaylarda, 280 işyeri, 6 kamu binası, 103 polis otosu, 207 özel araç, 1 konut, 1 polis merkezi tahrip edildi ve 22 yaşındaki bir genç hayatını kaybetti. Eylemlerin içindeki muhalif kitlenin en büyük argümanlarından biri, bu tahribatı sivil polislerin, kasten yaptıkları ve eylemcilerin üzerine attıklarıydı. ‘Gerçek eylemcilerinse’ tüm bu vandalizmle hiçbir ilgisinin olmadığıydı…
Ancak şöyle bir durum var ki; biz bu ülkede sayısız provokasyon gördük ve takdir edersiniz ki belleklerimiz provokasyon konusunda deneyimli. Açıkçası sadece polislerin bu kadar tahribat yapıp eylemcilerin üzerine atabileceğine ve olaylarda eylemcilerin hiçbir paylarının olmadığına maalesef kanaat getiremiyorum. Tabi ki üzerine basarak, bu tahribatta payı olan polis memurlarını ve hiçbir payı olmayan protestocu arkadaşları tenzih ediyorum. Bu konuda da demokratik hakkımı kullanarak yorum yaptığım için, fikrimi paylaşmayan okurlardan, kendileriyle aynı düşüncede olmadığım için özür diliyorum (!) ve devam ediyorum.
Bütün bunların ötesinde, böylesine geniş çaplı bir hal almış bu olayların içinde hiç provokasyon olmadığını iddia etmek de mantıklı
olmayacaktır. Hem polis kanadında, hem de göstericiler kanadında kötü niyetli kişilerin devreye girerek, kaos ortamını alevlendirmeye çalışması işten bile değil. Burada bir direnişçiyle bir polis memurunun arasında geçen diyalog çıkıyor vicdanımın karşısına: “Sizin içinizde olduğu gibi bizde de marjinal gruplar var” diyor polis memuru. Tabi ki önemli olan, tarafların bu tarz provokatif müdahalelerin bir parçası olup olmaması. Devlet Bahçeli’nin, hükümete muhalif olmasına rağmen tabanına yönelik “olayların kıyısından bile geçmeme tutumu”, tabandan bazı çevreler tarafından benimsenmemiş olsa da, kendisinin yatıştırıcı devlet adamlığı vasfını ortaya koyar cinsten bir örnek teşkil ediyor.
Sonuç olarak; 9. gününe girilirken, yurt genelindeki bu protestoların hedefinin hükümet değil, bizzat Erdoğan olduğu çok bariz ve bu olayların yatışması için meydanlardaki halk, kendisinden bir özür, bir geri adım ya da belki yatıştırıcı bir cümle bekliyor. Kendisi bu tarz bir geri adımla karşımıza çıkar mı bilinmez ama eylemlerin taşsız, gazsız, kansız devam etmesi en büyük temennimiz. Bunun ötesinde, eylemcilerin niyetlerini demokrasi çerçevesinde herkese anlatabilmeleri kadar, meydana inmeyenlerin, neden meydanda olmadıklarının herkesçe anlaşılması, çözmemiz gereken en önemli kodlardan biri galiba.
Son olarak, yazıyı buraya kadar okumaya tahammül eden farklı fikirdeki okuyuculardan, demokratik bir şekilde yorumlarımı paylaştığım ve aynı düşünceleri savunmadığım için özür diliyorum (!)
Aşık Veysel ne kadar da yersiz ve anlamsız (!) bir tespit yapmış değil mi: Koyun kurt ile gezerdi / Fikir başka başkolmasa…
Hayırlı kandiller…