Özellikle 11 Eylül Saldırısı sonrasında yeniden gündeme gelen işkence yasağı tartışmaları ve bunun yanında idam cezası sorunsalı günümüzün paradoksu olmaya devam ediyor. Devletler, kendileri için bir tehlike tınısı duyduklarında devlet olma gücünü sonuna kadar kullanmak istiyor ve o zamana kadar ağzından düşürmediği insan sevdasını rafa kaldırmakta hiçbir sakınca görmüyor. Tutunduğu yegane dal olan insan hakları, hak, hukuk gibi sözcükler bir anda yok oluyor. Türkiye’de özellikle darbe döneminde rastladığımız, daha sonra Gezi Parkı ile görmüş olduğumuz bu sorunsal insanların yalnız ve yalnız insan olmalarından gelen değerin pek de var olmadığını gösteriyor. Devletlerin çoğu gibi Türkiye’de de “haklı ya da haksız” beğenmediği, onaylamadığı bütün düşünce ve varlıkları yok etme, onlardan kurtulma ve onları yeryüzünden silme girişimlerinde bulunmakta, bu amaç doğrultusunda idam ve işkence kavramını devletin “meşru” bir çerçevesi olarak içselleştirmekteler.
Devletlerin, aslında halen daha kullanmaya devam edilen yönteminin, kimlere karşı kullanılabileceğine hukuk bile karar veremez diye düşünüyorum. Devletin en çok korktuğu terörist ve anarşist gruplara karşı uygulanacak olan idam cezası ya da işkence, karşısındakinin her durum ve koşulda insan olduğu gerçeğini baki kılmayacak ve devlet en ufak bir sorunda bu kolay yolu tercih edecektir.
Devletler zaten şiddetin dilinden başka şeyden anlamazken ve aslında hemen hemen her gün bizlerin maruz kaldığı yok etme, bastırma, susturma politikalarıyla idam edilirken; bizler, en tiksindirici durumlarda bile, insanlık dışı muameleri ve idam cezasını savunmamalıyız. Türkiye açısından bakacak olursak A. İnsel, “Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye” adlı çalışmasında şöyle demektedir: “ Türkiye Cumhuriyeti kendine güvenen, gelişmeye açık bir yapıda değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu ülkedeki en huzursuz ve güvensiz mercidir. Kendisine huzur ve güven sağlama ihtiyacındadır, ancak bu yolda şimdiye kadar yaptığı şey toplumun huzurunu bozmaktan başka işe yaramamıştır”. Türkiye gerçekten de elinde sopası duvara yazı yazan çocukları bile devlete suç işleyen teröristler olarak adlandırabilme potansiyeline sahipken idam ve işkencenin meşru olduğu bir Türkiye’de şahsen yaşamak istemezdim.
Çocuk ölümleri, tecavüz ve terör saldırılarıyla sık sık gündeme gelen işkence ve idam sorunsalı bizi bir paradoksun içine sokuyor şüphesiz ki, ancak beraberinde getireceği keyfi uygulamaların önüne geçilemeyeceğini ve ülkenin bir kaosa sürükleneceğini unutmamak gerek. Howard Zinn’in sıkça dile getirdiği “azınlıkların söyledikleri daima yanlıştır” diye bir kaide olmadığı durumu, devletlerce asla anlaşılmamış ve anlaşılmayacak gibi duruyor ve bizler hala idam ve işkenceden söz ediyor ve farklılıkları savunan her grubun yok edilme girişimine zemin hazırlamak istiyoruz. Bu sebeple devletler insanlık adına sürekli hali hazırda beklettikleri sopalarını kırmalıdır, nasıl zamanında insanların ölüm kararlarında kalem kırdılarsa.
Son dönemde artan çocuk kaçırma ve öldürme nedenleriyle Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın hisleri bir baba sevgisi taşıyor şüphesiz: “Gönlüm idamdan yana”. Devlet bir gönül meselesi değildir öncelikle, devletin yönetimi daima ve daima rasyonal kurallara dayanmalıdır. Ayrıca bir ülkenin başbakanı insanları galeyana getirecek söylemlerden mutlak suretle kaçınmalıdır. Sayın Tayyip Erdoğan çizgisini hiç bozmayarak bu söylemlerinden asla vazgeçmiyor. Hukuk normları duyguların önüne geçirilmemesi gereken çok önemli çerçevelerdir. İnsanlar sokaklarda “Gizem’in katili idam edilsin” sloganları attıktan hemen sonra bu açıklamada bulunan Sayın Başbakanım: peki, idam ve işkence geri gelsin ve devlet sizlerin hissiyatlarına göre yönetilsin. “Göze göz dişe diş” en güzel uygulamadır, gönlünüz de bundan yanadır.
Umarım bir gün dünyada bir çift göz kalmayı başarabilir.