Gayri nizami harbin teorisyeni sayılan David Galula, gerillanın zayıflayabileceği 5 temel şey sayıyor: Problemlerin yokluğu, ulusal birlik, kontrgerillanın azmi, kontrgerilla liderinin bilgi seviyesi, toplumu kontrol edebilecek araçlar. Ne kadar da ironik değil mi?
Biz henüz kontrgerillanın kullanıldığını dahi itiraf edemiyoruz. Ki, Cem Ersever hala faili meçhul bir emekli asker bizim gözümüzde. Halbuki gerçekler bunlar değil. [pullquote_right]1993’ün sır perdesini aralayalım hep birlikte…[/pullquote_right]
Araştırmalarım sırasında, Turgut Özal yazımda bir noktayı atladığımı fark ettim. Özal “Koruculuk sistemini” kaldırmak istemiş. Hatta bu sebeple Cumhurbaşkanlığı görevini bırakıp Doğru Yol Parti’sine rakip olabilecek alternatif bir parti planları dahi yapmış. Şimdi sizlere soruyorum: Devlet tarafından beslenen ve PKK ile işbirliği yapmak zorunda kalan/bırakılan bu insanlar, neden Özal’a sahip çıksın? Öte yandan, bir eli yağda bir eli balda gezdirilen itirafçılar, Kürt halkının PKK’dan ayrılmasını neden istesin? Sonuçta ortaya çıkmak ve sınırsız akan musluğu kaybetmek var. Kafalar karışmasın. Bahsettiğimiz kitlenin büyük bir çoğunluğu kontrgerillanın gizli elleri ve PKK karşısında devletin maşaları. Öte yandan Talabani’yi Barzani’ye oranla daha çok mercek altına alan ve “Çözüm Süreci”ni 1992’de başlatan bir paşa ve birlikte çalıştıklarını söyleyen bir binbaşı var. Ucu Ergenekon davasına uzanan süreçte ortaya çıkan ses kaydı da, Ersever’in ölümü ensesinde hissettiğini açıkça gösteriyor.
Hatırlayacaksınız, Eşref Bitlis Paşa’nın suikastını incelediğimiz yazımda, olayın Jandarma birlikleri tarafından incelendiğini ve yarım saatlik bir sürede “buzlanma” şeklinde bir teşhis konulduğunu söylemiştik. Ersever de Elmadağ’a bırakıldı. Yani Jandarma bölgesinde. Bu iki şüpheli ölümü böylece tek bir çatı altında toplamak mümkün: Jandarma’nın yetersiz olay yeri inceleme kapasitesinden ziyadesiyle faydalanılıyor. Hatta Ersever’in ölümüyle ilgili gelen şikâyetler sonrası Jandarma’ya müracaat eden polis, olumsuz yanıt almaktan başka bir şey yapamıyor.
Ensesinden iki kurşunu yemiş ve elleri arkadan bağlı bir adamın öldürüldüğünü o gün gazetelerden okuyan halkımız, önceki gün de Mustafa Deniz olduğu öğrenilen bir adamın cinayet haberini almıştı. Anadolu ajansı suçu PKK’ya yüklemiş, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe de onaylamıştı. Zaten 29 Ekim günü Aydınlık’ı arayanlar da PKK adına aradıklarını ve Ersever’i infaz ettiklerini beyan etmişlerdi. Milliyet gazetesinin o günlerdeki sayılarına gün be gün göz attığınızda Mahsune’nin de, (Ersever’in sevgilisi)[] olaya yavaşça dahil olduğunu ve onun cesedinin Kızılcahamam yakınlarında bulunmasıyla birlikte bir üçgenin oluştuğunu söylemek mümkün.
Şerif Tokgöz Ersever ile yakın çalışan birisi. Birkaç Paşa ve MİT var tüm bu olanların arkasında diyor. Ve daha önceki yazılarımızda da ismi geçen “yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın tetikçi olduğunu düşünüyor. Bu iddialar üzerine dönemde söz sahibi olan kişilerin demeç ve yazılarını okumaya başladım. [pullquote_left]Süreci en iyi tahsis edenlerden biri Hanefi Avcı.[/pullquote_left]
Cem Ersever’in 28 Ekim tarihinde duruşması var. Ankara’da o sebeple. O gün eski bir itirafçı Kemal Sadık Uzuner’in evine gidiyor. Elinde bir çanta, içerisinde de takım elbise var. Ancak Ersever o evden bir daha çıkmıyor. Mahkemeye birlikte gideceği Alparslan Ertuğ Avcı’yı arayıp, ona güven-
ebileceğini ve Ersever’in kayıp olduğunu bildiriyor. Bu esnada Mustafa Deniz de Kemal’in evine gidiyor ve bir daha çıkmıyor. Bir süre sonra işkillenen Mahsune[1], nam-ı diğer Neval Boz’sa Kemal’i arıyor ve ardında Ankara’ya, Kemal’in evine geliyor. Sonuç: üçünün cesetleri Ankara’nın farklı çıkışlarında bulunuyor. Alparslan Ertuğ’un ışığında başlayan süreç şu şekilde sonuçlanıyor; Avcı dönemin telefon konuşmalarının dökümünü elde ediyor. Cem’in kullandığı mobil telefonun, ölümünün ardından kullanılmaya başlandığı kişiyse, tüm kontrgerilla hesaplaşmasını karanlık kuytulardan gün yüzüne çıkarıyor: YEŞİL.
İstifa ettiği 17 Mart’ı takip eden süreç içerisinde yaptığı röportajlarla Yeşil’in bulaştığı olayları afişe eden Ersever, genellikle Tunceli ve Bingöl çevresindeki ufak çaplı olayları anlatmış, Diyarbakır’da yaşanan hayali demokrasinin kapılarını kimseye henüz açmamıştı. Bu da onu Kara listenin başına yerleştirmiş, onu en iyi tanıyan birisi tarafından infazına yol açmıştı. Tabi ki tetiği çekenin o olduğunu söylemek, yüzde yüz doğru bir yargı olmaz. Ancak artık odaklanmamız gerekenin tetiğe dokunan parmak değil, sırtını ovalayan güç sahipleri olduğunu da anlamış durumdayız. Bu arada Ersever’in, nasıl Kemal’in evinde olacağının bilinmesiyse büyük resme odaklanmaya çalışan bizler için incir çekirdeğini doldurmayacak bir ayrıntıdır.
Tüm bu olanları bir de Tansu Çiller’in ağzından özetlemek gerekirse;
“Kendi aralarında bir iç hesaplaşma olduğu anlaşılıyor.”
Ne güzel demeç vermiş Hürriyet’e değil mi?
[box_dark]Mahir Çayan’ın izinden giden bir adam… Marksist-Leninist ideolojinin çöküşü… Ve Kürt realitesine sarılış…[/box_dark]
Ne güzel anlatıyor Eşref Bitlis 7 Nisan 1993 günü;
“Biz yanlış yaptık, burnumuzdan kıl aldırmadık. Osmanlı gibi davransaydık, bu mesele çözülmüş olurdu.”
Mahir Çayan’ın izinden giden bir adamın, Marksist-Leninist ideolojinin soğuk savaş sonlarına doğru çöktüğünün anlaması, onu bambaşka bir yola sürüklemiş; ekonomik olanaksızlıklar içindeki bir kavmin sözcülüğüne soyundurmuştur. Ancak bu soyunuş, diplomasinin değil, kanın sözcüsü olmuş; Winston Churchill’in 1917’de orta doğuda uyguladığı “shock and awe” doktrinini örnek almıştır. Kürt kardeşlerimize uygulanan teoriden uzak ve strateji yoksunu yaklaşım da, kiminin ölümüne kiminin de dağa çıkıp PKK saflarına katılmasına sebep olmuştur. Tabi Kürt realitesini anlayamayan ve bin yıllık şanlı bir devleti çağdaş medeniyetler seviyesinin zıttında hareket ettiren hükumet, itirafçılara bağımlı kalmasının bedelini bu şekilde ödemişti. Binlerce yıldır Zagros dağlarının eteklerine yerleşmiş kardeş kavmimize bir “Çözüm” üretme çabası da böylece hükumetin teori yoksunluğunun kurbanı olmuştur. Cem Ersever de hizmetkârı olduğu bu yapının gerçeklerini tam olarak anlatamadan kurban edilmiştir 93’e.
1993 benim gözümde, perdenin arkasındaki darbeydi. Asıl darbeye, 28 Şubat’a giden yola bu şekilde başlanıyordu. Artık parti liderlikleri, halk tarafından benimsenen, teknokrat kişiliklerden öte, makamı fiziksel olarak doldurduğunu zanneden kişilere teslim ediliyordu. Bu da, 1965’te Adalet Partisi’nin kuruluşu sonrası netleşen sağ-sol ayrımına çok sağlam bir katkıda bulunmuş, irtica söylemleri adı altında ülke tankların namlularına teslim edilmişti. 1993, Türkiye’de ilk “Çözüm Süreci” girişimini böylece tarihin tozlu raflarına kaldırmış, dönem hükumetiyse, ekonomist liderleri öncülüğünde başarılar(!) yazmaktan geri kalmamıştır.
[box_light]
1993 yılı, parlamenter demokrasimizin, siyasal ve ekonomik bütünlükten uzaklaştırıldığı bir yıldır.
1993 yılı, Çiller’in çekinmeden ifade ettiği iç hesaplaşmaların, yüzlerce aydın, sanatçı, devlet görevlisini aramızdan çekip aldığı yıldır.
1993 hayalet demokrasidir…
[/box_light]
Unutmayın; gölgeler hep bir adım önümüzde. Mesele güneşe karşı yürüyebilmek…
Güzel günler dileğiyle…
[1] Suriye’ye Tıp okumaya gitmesinin ardından ismini Mahsune yapmış. Asıl adı Neval Boz.