Yazının temasını iyi yansıttığını düşündüğüm için, yazıyı aşağıdaki Ludovico Einaudi’nin Samba parçasıyla dinlerken okumanızı öneririm.
Biz, insanoğlu olarak, yüz yıllardır en temel varoluş sorularından biri olan “Hayatın anlamı ne?” sorusunu kendimize sorarak cevap aramaya çalıştık. Şimdi aynı soruyu kendinize sormanızı istiyorum. Bu soruyu cevaplamadan önce, bir yaz gecesi deniz kenarında yürüdüğünüzü hayal edin ve bulutsuz gökyüzüne bakın. Ne görüyorsunuz? Aşağı yukarı hepiniz tek görünenin yıldızlar olduğunu söyleyecektir. Şimdi çıplak gözle gördüğünüz yıldızların, gezegenimizden gözlemlenebilir evrenin çok ama çok küçük bir kısmı olduğunu düşünün. Küçük bir matematik yaparak durumu daha iyi anlayabiliriz. Eğer Plüton’u hala gezegen olarak kabul edersek, yaşadığımız gezegen, Güneş Sistemi’ne bağlı 9 gezegenden sadece biri ve Samanyolu Galaksisi, bizimki gibi 200-400 milyar arası daha yıldıza ve o yıldızların da çekim merkezinde olan diğer gezegenlere sahip. Bakış açımızı daha da büyütelim ve gözlemlenebilir evrende, Samanyolu gibi 400 milyardan fazla galaksinin olduğunu düşünelim. Bu durumda, elimizde keşfedilmiş evrende 400 milyar kere 400 milyar yıldızın olduğunu ve bu yıldızlardan sadece birinin etrafında döndüğümüzü söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, keşfedilmiş evrendeki 10^22-10^29 arası mevcut yıldız olduğunu ve yaklaşık 6-9 bin kadarını gördüğünüzü düşünün. Şimdiden kendinizi çok küçük hissetmeye başladınız belki; ama korkmayın ve şimdi Evren’de tüm bu kütlenin yanında bir bu kadar daha hâlâ keşfedemediğimiz bir kısım olduğu olasılığını aklınızda bulundurun. Ne yazık ki işimiz burada da bitmedi. Tüm bu hesapladığımız alanın haricinde, aynı zamanda bundan daha büyük bir boşluk bulunuyor ve kabul edilmiş son araştırmalarla teorilere göre gittikçe genişliyor. Bir benzetme yaparsak evrendeki konumumuz, Dünya yüzeyindeki tüm kum tanelerinden belki sadece biri olabilir. Bunun dışında başta astrofizik ve kuantum fiziği olmak üzere fiziğin bize sundukları, maddenin Evren’in yaklaşık olarak sadece %5’ini oluşturduğunu gösteriyor. Geri kalanı ise evrenin sürekli genişlemesinde itici güç olan karanlık enerji ve karanlık maddeden oluşuyor. Yani, bizim varlığımız, atomik anlamda evrenin sadece %5’i içinde çok küçük bir kısım. Tüm bu bulgulara ek olarak, Güneş’imize en yakın yıldız olan Proxima Centauri’nin 4,3 ışık yılı (ışık saniyede 300.000 km hızla hareket eder) uzakta olduğunu da ekleyelim.
Evrenin devasa genişliğinde minicik bir nokta olduğumuzu gördükten sonra sorumuzu cevaplamak için şimdi de Evren’in oluşumundan bu yana geçen zaman diliminde ne kadar yer kapladığımıza bakalım. Evren 13,7 milyar yıl önce “Big Bang” dediğimiz Büyük Patlama ile oluştu. Dünya’mız ise bu sürenin son 4,1-4,5 milyar yılında meydana geldi. Dünya yüzeyindeki bilinen yaşamın ise 3,5 milyar yıl önce başladığı ve evrimleşerek günümüze kadar geldiği öne sürülmekte. İnsanoğlu olarak mensup olduğumuz büyük sınıf primatlarınsa ilk gerçek üyeleri 55 milyon yıl önce yeryüzüne ayak bastı. Modern insan, yani Homo sapiens ise yaklaşık olarak 200.000 yıl önce evrimleşti ama modern kültürüne ulaşması son 70 bin yılı buldu ki gerçek anlamda medeniyetler oluşturarak Dünya sahnesinde etkin yer kaplaması son 10 bin yıla dayanmakta. İlginç bir benzetme yapacak olursak, Büyük Patlama’dan itibaren geçen zaman diliminde etkin olarak kapladığımız yer 1 saatin sadece son 1 salisesine karşılık gelmekte.
Sorumuzu cevaplamak için son olarak da Evren’deki konumumuzu biyolojik olarak anlayalım. 200.000 yıl önce evrimin bir nevi kazası, yani şans sonucu bugünkü modern düzeyimize ilk adımımızı attık. Çok öz bir anlatımla belirtecek olursam, primatların mensubu olan erken dönem Homo cinsindeki bir türün rastgele bir popülasyonu içinde şans sonucu meydana gelen mutasyonlardan bazıları, bu türün hayatta kalması için avantaj sağladı. Zamanla doğal seçilim sonucu rastlantısal olmayan bir şekilde seçilen bu özelikler, kalıtımsal olarak bir sonraki nesillere aktarıldı ve aradaki tür içi farklılık çok yüksek bir düzeye gelince biz, modern insan, ortaya çıktık. Tüm bu evrimleşmenin altındaki nedene baktığımızda ise çok basit bir bilimsel gerçek görüyoruz: bir nevi sadece türün devamı için evrimleştik. Bir başka deyişle; üremek, hayatta kalmak ve genlerimizi bir sonraki nesle aktarmak için…
Tüm bu bilimsel gerçeklere bakacak olursak, karşımızda çok da iç açıcı olmayan bir durum var: bizler var olan Evren’in önemsiz denebilecek bir zaman diliminde rastgele oluşmuş ve trilyonlarca ama trilyonlarca küçük bir porsiyonunda hayatta kalmak ile üremek için yaşayan biyolojik makinelerden başka bir şey değiliz. Bu, ilk bakışta bir insan için gerçekten korkutucu bir gerçek olarak yüzüne çarpıyor olabilir. Bu durumda haklı olarak “O zaman insan olmanın değeri ne?”, “Hayatın anlamı ve amacı ne?” ve “Bizi diğer tüm canlılardan ayıran bir şeyler yok mu?” gibi sorular yönelttiğinizi duyar gibiyim. İşte tam bu noktada hayatın anlamı, tam olarak da Evren’deki bu konumumuzdan dolayı ortaya çıkıyor ve inanılmaz bir önem kazanıyor. Büyük resme bakın. Öncelikle Güneş Sistem’inde hayat olan nadir bir gezegendeyiz ve gerçekten çok küçük bir yaşam ihtimalleri serisinde çok büyük bir şans eseri ortaya çıktık. Bu kadar imkânsıza yakın olasılıklardan sıyrılıp yaşama sarılmak bile bence başlı başına nefes aldığımız havayı anlamlı kılıyor. Ayrıca bu kadar küçük bir zaman diliminde ortaya çıkıp insanoğlu olarak harikalar yaratmamış olmamız: medeniyetler, şiir, tiyatro, bilimsel atılımlar, Mısır Piramitleri, internet… Tüm bunlara ek olarak da konunun çekirdek düşüncesi de soruya kesin bir cevap veriyor: Yıldızlar. Ben, sen, sevdiğin veya nefret ettiğin herkes, hep birlikte yıldızlardan geldik. Vücudumuzdaki tüm atomlar, geçmişte kararsızlaşıp patlayan farklı yıldızlardan geliyor; çünkü karbon, nitrojen ve oksijen gibi maddenin –dolayısıyla canlıların- evrimi için gerekli olan her şey zamanın başlangıcında değil, yıldızların içinde üretildi. Bu yıldızlar patladığı zaman da içlerindeki yaşam cevherini bulundukları galaksi ile ötesine saldı ve bir yerde bizleri oluşturdu. Ünlü astrofizikçi Neil deGrasse Tyson’un dediği gibi “Hepimiz bu Evren’in bir parçasıyız, bu Evren’in içindeyiz, Evren bizim içimizde… Hepimiz yıldız tozuyuz.” Bir zamanlar Evren’in uzak bir köşesinde parlayan bir yıldızın parçalarından gelmek, atomik anlamda Evren’le bağlantılı olmak… Aslına bakacak olursanız, resim gayet hayret verici ve muhteşem güzellikte. Bu nedenle kişisel olarak Evren’deki konumuzdan kendi hayatımın anlamı olarak bir nevi şiirsel, belki de ilahi bir değer ve anlam görüyorum ki her insan bence bunu görmeli. Aslına bakacak olursanız hayatın anlamı tüm bu güzellikleri kavrayış şeklimizde, yani iki kulağımızın arasında: aklımızda. Hayata bu perspektiften bir anlam yükleyin; böylece onu büyük bir ihtişamla yaşayabilirsiniz.
Not: Bu ve benzeri konular ilginizi çekiyorsa Carl Sagan’ın “Cosmos” adlı belgesel serisini ve Neil deGrasse Tyson tarafından yapılan aynı belgeselin düzenlemesini izlemenizi tavsiye ederim. Aşağıda da hoşunuza gidebilecek “Biz Yıldız Tozuyuz” adlı bir müzik çalışmasını sizle paylaşıyorum”.
[box_light]Kaynakça[/box_light]