Popüler; halkın arasında yaşayan motiflere, ögelere yer veren, onlardan yararlanan, halkın zevkine uygun, halk tarafından tutulandır. Genel anlamda; bir olay, konu, nesne vs. insanların ilgisine bağlı olarak popülarite kazanır. Genellikle kültür kavramlarına atfedilen bir olgudur. Buna göre popüler olan, şu özellikleri kapsar:
[box_light]
- genel olan kavramlar;
- geniş kitlelere hitap eden kavramlar;
- genel halkın ulaşabileceği kavramlar.
[/box_light]
Popüler, böyle tanımlanıyor ve anlatılıyor. Belki gençliğimden, belki kibrimden, belki ikisi de; popüler olana hep uzak durmayı tercih ettim. Bu tercihimi etkileyen faktörlerin başında ise; önüme popüler olarak sunulan ürünlerin, benim fikrimce, çoğunlukla yüzeysel ve köpük gibi bir anlık olmalarından kaynaklı olarak duyduğum rahatsızlık vardı. Ancak bütün suçu popüler kavramına atmanın, aslında bir hata olduğunu düşünmeye başladım; belki de bizde bir hata vardı?.. Bunu araştırmak istedim. Aklıma popülerin tam zıttı diyebileceğim bir yayınevi geldi: ‘6:45’. İlk işim 6:45 yayınevi editörü sayın Şenol Erdoğan’la popüler edebiyat ve 6:45 üzerine bir röportaj yapmak için bağlantıya geçmek oldu. Buradan da kendisine, hem bizi kabul ettiği hem de misafirperverliği için çok teşekkür ediyorum.
GazeteBilkent: Popüler edebiyat nedir?
Popüler edebiyat; o anki konuştuğun zaman dilimine ait olmalı, ‘pop’ kelimesinden kaynaklı olarak çok geniş kitlelere ulaşmalı. Örnek verelim; Lady Gaga’nın albüm satışları kadar kitap satışları olduğunu farz edersek, bu tam bir popüler edebiyat örneği olur. Sırf kendisi de ‘pop’ olduğu için değil; Türkiye’de popüler edebiyat örneği, sadece rakamlarla gündeme geliyor. Bir kitap, Türkiye kriterlerine göre çok satıyorsa popülerdir. Üç yüz bin mesela çoktur Türkiye’de; iki yüz bin, yüz bin de çok; çünkü genelde bin, iki bin, üç bin satıyor. Buradaki popülerlik hep tiraja gidiyor; Hatta sattığından çok basılmasıyla alakalı. Satış arkadan geliyor, bu yüzden popüler edebiyat eksik oluyor. Rakamlarla gündeme gelen kitap için biz de lak diye popüler edebiyat denilebiliyor; halbuki o kitap genel kitleye ulaşmıyor,ortalama halka ulaşmıyor. Halka ulaşması gereken bir edebiyattan bahsediyorum, spesifik olmaması gerekiyor. O yüzden daha çok İngiltere ya da Amerika gibi ülkelerin çıkardığı kitaplar için ‘popüler’ kelimesi çok rahatlıkla kullanılırken; bu kavram Türkiye’de, gene bütün kavramlarda olduğu gibi, mutasyona uğruyor. O anlamda, ben Türkiye’de popüler edebiyat örneğinin verilmesini pek akılcı bulmuyorum; çünkü vereceğimiz örnekler yeterli değil. Amerika’daki popüler edebiyat ve Türkiye’deki popüler edebiyat, birbirini tutmayan şeyler. En nihayetinde; edebiyat kültürün bir parçası olduğundan dolayı, popüler edebiyat diyorsak popüler kültür de demeliyiz. Türkiye’de hangi popüler kültür var? Türkiye’de kim, popüler kültürün bir açıklamasını yapabilir ki? Ne kadar yeterli ya da tutarlı olabilir? Çünkü çok büyük eksikleri olduğu için kültür denen şeyin, daha ne endüstrileşmesi endüstrileşme, ne satılabilmesi satılabilme, ne yaşanması yaşanma. Biz kendi kendimize bir şey yapmaya çalıştığımızda kültürle alakalı, hata veriyor. Bugün dışarıdan ihraç ettiğimiz çeviriler ve onları ifade eden kelimeler hep eksik ve yamuk oluyorlar. Bundan dolayı da bir Japonun ya da bir Fransızın ya da bir Hollandalının konuştuğu gibi kesin konuşamıyorsun. Konuşamadığın için de birisi ‘Ya o öyle değil, böyle!’ diyip işi başka yerlere tartışmaya götürebiliyor; bu yüzden bir yere varamıyoruz.Popüler edebiyat kesinlikle genele hitap eden ve gerçekten o pop kelimesiyle ilgili olan şey, yani pop kültürüne ait olan şey. Ancak Türkiye’de popüler edebiyat yapan yazarlar; kültürden değil, ekmeği yenilecek olayları,işleri kovalıyorlar, kemirecek şey arıyorlar.
GazeteBilkent: 6:45’in Cumhuriyet Edebiyatı’nda yeri olduğunu düşünüyor musunuz?
Birincisi, 6:45; çeviri basan bir yayınevi, çok az yerli telif basıyor. O yüzden, cumhuriyete kattığı şey; çok fazla çeviri kitap okuması gereken bir ülke nüfusu olduğumuz için, ne çevrilirse odur. Ne yazık ki dünyadan, en gereksinimi duyduğumuz yazarlar şurada on senedir basılıyor. Düşün sen ne zamandır James Joyce okuyabiliyorsun? Ne zamandır Proust okuyabiliyorsun? Yurtdışında liseden mezun adam,senin burada entelektüel dediğin adamın neredeyse tüm bilgilerine sahip oluyor; çünkü bizim elit kesimin okuduğu şeyi adam zaten alıyor. Senin çevrilmedi diye 2014 senesinde daha okuyamadığın,milyonlarcasını da sırf çevrilmedi diye ölene kadar okuyamayacağın kitapları herif zaten okulda okuyor. Onları bitiriyor ve hayata öyle çıkıyor, sen yeniksin zaten. O yüzden çeviri anlamında o kadar büyük bir açık var ki; 6:45 çıkardığı üç yüz tane kitapla, bence bu açığın hiçbir yerini sıvayamamıştır. Bizim değil, devletin çeviri yaptırması gerekiyor bu açığı kapatmak için. Zaten bu açık kapatılsa ya da en azından kapatılmaya uğraşılsa; bizim şu anda çok büyük yazar dediğimiz bazı adamlara diyeceğiz ki ‘Ağabey neden bu kadar çaldın? ‘. Bu açıktan dolayı da işte böyle ne dediğini, ne okuduğunu bilmeyen; okulda aldığı eğitimle hiçbir yere varamayan, işte Avrupa’ya ya da Amerika’ya gittiğinde kendini gerizekalı hisseden bir topluluk yetişti ve yetişiyor.
GazeteBilkent: 6:45 kitap basarken nelere dikkat ediyor?
Basmayı kendi kendimize gerekli gördüğümüz, kendi keyif aldığımız şeyleri bastık. Artık her keyif aldığın şeyi basamıyorsun; yani sadece keyif almak yetmiyor, bir taraftan da satsın istiyorsun,batmayalım diye gözetiyorsun.
GazeteBilkent: Kendi çizginizden ödün verdiğiniz oluyor mu?
Özellikle son iki yıldır, artık hani ‘Ağabey bir şeyden keyif almayalım da; satıyorsa basalım, satmıyorsa basmayalım.’ diye bir kafaya büründük tamamen. Artık kendi kendimize seçtiğimiz şeyler değil de; hani bazı kitaplar var, bassak kamu hizmeti olacak, yeter kamu hizmeti basmayalım. Mesela biz Kafka basıyoruz. On dört tane Kafka kitabımız var. Niye Kafka basıyorsun ki, piyasada mı yok? E satıyor, o yüzden basıyorsun.
GazeteBilkent: Türkiye genelinde kitap satışlarınızın az olmasının nedeni sizce nedir?
Etiket diye bir şey vardır. Bizim bastığımız bazı kitaplar için hep derim; mesela x,y,z bassaydı gerçekten çok daha fazla satardı. Etiket diye bir şey var çünkü. Sende üç yüz satan bir kitap, büyük yayınevlerinden bahsediyorum, onlar bastığında bambaşka bir hal alıyor. Bunun Türkiye’de çok iyi örnekleri var. Harry Potter mesela; onu önce Ankara’da bir yayınevi bastı, hiç kimse duymadı. Sonra başka yayınevi aldı ve herhangi bir ülke baskısından çok daha fazla sattı. Artık kadın, yazar yazmaz ilk önce Türkçe’ye çevrilmeye başladı. Öteki adam da, ilk onu basan adam, kafayı yiyordur herhalde. Sırf prodüksiyonla ilgili değil yani. Böyle çok kitap var, mesela Tolkien de çok satar şu an ama daha önceden basıldığında satamamış. Tolkien de Türkiye’de bir anda patladı. Sen bastığında kaybolacak olan kitaplar, başkası bastığında çok satabiliyor ya da daha iyi yerlere gidebiliyor çok satmasa da, çünkü bazı yayınevleri bazı kitapları öldürüyor. Sorunun cevabına gelirsem, bu ülke insanının genetiğinde cevabı. Ben geriye baktığımda hiçbir şey göremiyorum: Kurtuluş Savaşı’nı tasvir eden iki genç insanın yırtık elbiseli fotoğrafı; biraz daha gerisi hanlar, hamamlar ve saraylar, çok gerisi de göçebe çadır ve daha gerisi at nalı. Gen bu!!!
GazeteBilkent: 6:45’in çektiği zorluklar neler?
Bizim geçmişten maddi problemlerimiz hiç bitmiyor ama bunun sebebi şu anki yaptığımız işlerden para kazanamamak değil; şu an yaptığımız, şu an dediğim hep aslında, yaptığımız her şey paraya dönüşüyor ama sonuçta çok küçük ekonomisi olan bir piyasa bu. Burada büyük paralar kazanan çalışanlar yok zaten. Küçük paralarla çalışıyoruz hepimiz; çünkü rahat bir meslek, rahatlığı satın almayı tercih ettik biz. Sabah 6’da, 7’de, 8de ya da 9’da kalkmıyorsun, istersen kendine uygun izin verebiliyorsun. Bu rahatlığı satın alıyorsun; o yüzden aldığın para ayda bilmem kaç bin lira değilken, bilmem kaç bin lira çünkü rahatsın. E bu kadar rahatsan da; müsaade et de maddi problemin olsun yani.
GazeteBilkent: Yayıncılık bir seçim miydi?
Hayır, kendi kendine gelişen bir şeydi. Çok az insan grubu vardır; meslek seçmeden meslek sahibi olan -ki ben yayıncılığa meslek demem. Nedir genelde; insanlarda daha orta okuldan itibaren şekillenmeye başlayan ya aile zoruyla ya da senin kafanda olan bir şey vardır. Oraya doğru gidersin. Üniversiteden mezun olursun. Yüzde doksanı da zaten mezun olduğu mesleği yapmaz, başka şeyler kovalar. Ama mesela, bizim kuşağımızla ilgili şeyler de var. Bizde hiç öyle bir meslek benimseme olmadı. Belki biz daha boş adamlardık. Boş derken ‘slacker’ ortada gezen çocuklardık bizler. Tüm gün ‘Fassbinder’ vs. izlerdik. Bir şey yapmak istemiyorduk. Şiir yazıyorduk, şiir okuyorduk, şarap içiyorduk; cebimizde para yoktu. Aile sorumluluklarımız yoktu, o konuda çok şanslıydık. Tabii ki hayatın seni getirdiği belli bir noktadan sonra, yaşın kırka gelince paranın gerçekten nasıl elzem bir ihtiyaç olduğunu anlıyorsun. O çocukluğundaki tabansız anarşist lafların böyle yavaş yavaş gitmeye başlıyor. Hepimiz deriz ‘ Ne devleti ya, ne sigortası ya, ne parası ya’ . Sonra ‘Ya!’ diyorsun; ‘Babam haklıymış’. Babadan kurtuluş yok. Babayla hayatında barışana kadar savaşıyorsun. Baba, en sonunda sana bir tane daha çakıp ‘Hadi eyvallah!’ diyip gidiyor. Hayatından tamamen gittiğinde herifin gerçekten tüm hakkaniyetini görüyorsun ve ona iade ediyorsun kendi kendine. En başa dönüyorum yayıncılık bir meslek değildir. Tornacılık bir meslektir, gemi kaptanlığı meslektir, ayakkabıcılık meslektir, şoförlük meslektir. Şimdi bir şey olsun, bütün düzeneğim bozulsun; yarın kimseye gidip ‘Ağabey ben yayıncıyım işe başlayayım mı?‘ diyemem. Eğer kendi kendine devam edebilecek bir sermayen varsa yayıncılığa devam edersin, yoksa şurada kahve ya da bira dağıtırsın. Bu benim fikrim! Bıçak sırtı bir şeydir. Bu düzeneği bozduğun anda sermayen yoksa, bir yerde gidip ‘vasıfsız işçi’ olarak çalışman gerekir; çünkü yayıncılık vasıfsızlıktır. Editör diye bir meslek yoktur. Onlar Avrupa’da. Adam bir tane kitap için üç yıl çalışıyor ve üç yıl banka hesabına para yatıyor; öyle bir ülke değil burası, o yüzden de meslek değil.