Başlamadan Önce : Türk Dış Politikası tarihi bir çok sosyal disiplini ilgilendiren ve bu disiplerde geniş yer kaplayan son derece tartışmalı bir konudur.  Tarihsel perspektifin subjektif yoruma açık olması, dış politikada uygulanan stratejilerin çoğu zaman açıkça eleştirilmesine;  özellikle de uluslararası arenada, ülkeyi muasır bir devlet haline dönüştürmediği, aksine ikinci bir dünya ülkesi haline getirdiği savının ileri sürülmesine sebep olmuştur. Bizim böyle uzun ve zorlu bir yazı dizisine başlamamızdaki amaç, bu eleştirilerdeki eksiklik olarak gördüğümüz, dönemsel devlet analizlerini işin içine katarak, dış politikanın izlediği yolu netleştirebilmek ve küçük de olsa Gazetebilket’in Politika ve Tarih literatürüne bir katkıda bulunabilmektir. Olabildiğince basit ama özlü bir şekilde ele almaya çalıştığımız bu yazı dizisinin, Gazetebilkent okurunun entellektüel hazinesini genişletmesi dileğiyle…

Doğaç Özdemir & Enes Ayaşlı

1918 Yılına geldiğimizde Osmanlı’nın varoluş mücadelesi son bulmuş, 1878 yılından beri yoğun bir ‘yokolma’ kaygısı taşıyan tarihi Osmanlı devleti artık fiillen devletler arenasından çekiliyordu. Asırlara damgasını vuran Osmanlı, artık İtilaf devletlerinin insafına terk edilmiş, paylaşılmayı bekliyordu. İşte 1919’da başlatılan Milli Mücadele hareketi, bu olağanüstü şartlar altında baş göstermişti.

İlk Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey

İlk Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey

Milli Mücadele hareketinin dış politikasının ciddi manâda tecessüm etmeye başladığı zaman dilimi, İtilaf güçlerinin Osmanlı meclisini basarak İstanbul’u resmen işgal etmesiyle başlar. İşgalin ardından artık Ankara, Anadolu’daki tek bağımsız politik aktör olarak görünmeye başlar ve Türk Dış Politikası (TDP) da bu siyasi olaylar altında şekillenir. 1920’lerdeki TDP’nin en mühim gayesi ‘milletin harici ve dahili istiklâlinin tanıtılması’dır. Yani erken cumhuriyetin hariciye anlayışı Ankara’nın bağımsız ve işgallere karşı müdafaa hakkını kullanan bir aktör olarak tanıtılmasıydı. Bu bağlamda erken cumhuriyetin Türk dış politikasını  Revizyonist ve Rasyonel olarak tanımlayabiliriz.

1920’li yıllarda ‘Revizyonizm’ politika kavramından anlaşılan, birinci dünya savaşından yenik çıkan ülkelerin itilaf devletleriyle yaptıkları anlaşmalardan doğan hoşnutsuzluklardı. Örneğin Weimar Almanyası’nda Versailles anlaşmasına muhalif olan gruplar, Revizyonist reflekslerden besleniyordu. Aynı şekilde Ankara da Mondros müterakesinden sonra kurulan statükoya aldığı tavırla Revizyonist bir bakış açısına sahipti, fakat bu Revizyonist dış politika, Almanya’dakinin aksine son derece Rasyonel bir duruşa da sahipti. Türk Dış Politikası, Avrupa’daki revizyonist hareketler gibi, örneğin Naziler ya da Kara Gömlekliler gibi, anti- sistemik bir duruşa sahip değildi. Ankara’nın gayesi Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız ve dünya nazarında meşru bir ülke kurup, uluslararası düzende yer almaktı. Bu yüzden Ankara Lozan’dan sonra, Hatay dışında, bir toprak alma girişiminde bulunmamış, tabir-i caizse eldekiyle yetinip kendi iç meseleleriyle ilgilenmeyi uygun bulmuştur.

1921 Londra Konferansı

1921 Londra Konferansı

1920-22 arası TDP son derece dengeli ve çok yönlü bir politikaya dayanıyordu. Bu süreçte Ankara, Batı’nın içindeki gerilimleri iyi bir şekilde gözlemleyip bunlardan faydalanarak hareket etmeye çalışıyordu. Ankara bir yandan anti- emperyalist bir hüviyette olan Sovyetler ile sıkı ilişkiler kurup Doğu sınırını güvence altına alırken, öbür yandan da ABD, Fransa gibi kapitalist devletlerle münasebetini koruyarak anti-sistemik bir muhalefet olmadıklarını ve savaş sonrası bu devletlerle iyi ilişkiler kurulacağının sinyalini veriyordu.

Ankara’nın bu çok yönlü politikası her devlette farklı bir şekilde tezahür ediyordu. Bu yüzden Ankara’nın Batılı devletler, SSCB , Afganistan ve İran’la kurduğu ikili ilişkileri tek tek incelemek TDP’yi anlamamıız açısından daha faydalı olacaktır.

İngiltere- Ankara ilişkileri TDP’nin en mühim sacayağından biriydi. 1920’li yılların başında İngiltere’yi meşgul eden bir çok mesele vardı. Birinci dünya savaşı sonrası düzende statükonun nasıl oluşacağı halâ tartışmalı bir konuydu. Avrupa’da Almanya’nın güçler denkleminden çekilmesinden sonra Fransa güçlenmek istiyordu. Orta Doğu’da ise Araplar hem Balfour deklarasyonu yüzünden hem de vaat edilen bir Arap devleti kurulmadığı için İngiltere’ye bir hayli kızgındılar. Aynı zamanda Hindistan ve Mısır da karışıktı, İrlanda’da ayrılıkçılar Birleşik Krallık’ı zor durumda bırakıyordu. Bütün bunların üstüne işçi hareketlerinin yükselişi İngiltere’yi bir hayli rahatsız ediyordu. İngiltere- Ankara ilişkileri daha çok Yunanistan’la yapılan savaşlar ekseninde gelişiyordu. İngilizler, Yunanlılar üzeriden dolaylı yoldan Ankara ile savaşıyordu. Bu bağlamda İngiltere ile kurulan ilişkiler çok önemliydi çünkü İngiltere ile yapılacak bir barış, savaşı da bitirebilecekti.

1921 Yılından itibaren İngiliz Türk ilişkileri olumlu şekilde gelişmeye başladı, Ankara’nın Ocak 1921’de Yunanlar’a karşı galip gelmesi, İngiltere’nin içten de gelen baskılarlarla politikalarını revize etmeye zorladı. Her ne kadar 1921 Şubatında yapılan Londra konferasında Ankara pek bir şey elde edemese de, artık İngiltere nazarında meşru bir oyun kurucu olmaya başlamıştı

1921 yılından itibaren Ankara- İngiltere ilişkileri tedricen artmaya devam etmişti. Fransa ve İtalya’nın Ankara’yla anlaşmaya başlaması, birinci dünya savaşı sonrası düzen kurma bunalımları ve içte yaşanan sorunlar İngiltere’yi Ankara’yla diyaloga geçmek zorunda bırakıyordu.

Atatürk Ankara antlaşması için gelen Franklin Bouillon ile

Atatürk Ankara antlaşması için gelen Franklin Bouillon ile

İngiltere- Ankara ilişkileri asıl kırılma noktasını ise Büyük Taarruz’dan sonra yaşadı. İngiltere’nin Yunanistan politikasının kesin olarak çökmesi Mudanya anlaşmasının önünü açtı ve İngiltere’yi Ankara ile uzlaşmak zorunda bıraktı.

TBMM’nin dış politikasında önemli bir yer kaplayan diğer Batılı aktör de Fransa idi. Ankara-Fransa ilişkileri ilk olarak Mayıs 1920’de somut olarak görünmeye başlıyordu. Fransa’nın işgal ettiği yerlerde sert bir direnişle karşılaşması, Fransa- Ankara ilişkilerini başlatan sebep oldu. Bir diğer önemli gelişme ise Ocak 1921’de Fransız hükümetinin değişmesiydi. Yeni hükumet reisi Aristide Briand Ankara ilişkilerin kurulmasına olumlu bir şekilde yaklaşıyordu. 1921 yılında Fransa’nın, İngiltere kıyasla, Ankara’ya daha sıcak bir tavra sahip olduğunu görüyoruz. Bunun başlıca sebepleri olarak Güney Anadolu’daki sert direnişler, İkinci İnönü ve Sakarya muharabelerinin neticeleri, Fransa’daki bütçe açıkları ve Anadolu’daki savaşın bütçeye bir hayli etkide bulunması ve Fransız kamuoyunun savaştan bıkması gösterilebilir.

Ekim 1921 senesinde yapılan Fransız- Türkiye barış antlaşması, Türk- Fransız ilişkilerinde en önemli dönüm noktasıdır. Bu anlaşmayla Fransa işgal ettiği Güney Anadolu’dan çekilmiş ve Ankara’yı ‘De Jure’ bir güç olarak tanımaya başlamıştır.

İtalya’nın durumu Fransa ve İngiltere’den bir hayli farklıydı. İzmir ve civarının Yunanistan’a verilmesi İtalya’yı bir hayli hayâl kırıklığına uğratmıştı. Bu yüzden Ankara ile İtalya’nın arası aslında bir gayet iyi idi. İtalya  sessiz sedasız 1921 Temmuz’unda işgal ettiği yerlerden çekildi ve 1920-22 yıllarında Ankara’nın dış politikasında pek de mühim bir yer edinmedi.

[pullquote_left]1920’li yıllarda Sovyetler ile kurulan iyi ilişkiler ise Ankara’nın çok yönlü dış politikasını ortaya koymaktaydı.[/pullquote_left] Her iki ülkenin de ilişkileri geliştirmek için bir çok sebebi vardı. Bolşevikler’in dış politikası, 1920’de 3. Enternasyonalden sonra -Sosyalist olsun olmasın- Emperyalizm’le savaşan bütün devletlere silah ve para yardımı üzerine kurulmuştu. Bu politika kapsamında Bolşevik yönetim, Hindistan, İran, Afganistan ve Anadolu gibi coğrafyalara çok ciddi miktarda para ve silah yardımında bulunmuştur. Ankara, Moskova için kaçınılmaz stratejik bir ortak konumundaydı. Moskova, Ankara’yı destekleyerek Anadolu ve Güney hattındaki İngiliz yayılmacılığını durdurabileceğini inanıyordu, hem böylece Kafkasya’nın güneyi ve boğazlar da güvence altına alınmış olacaktı. TBMM de bu şekilde büyük bir devlet nazarında meşruiyet sağlamış olacak,  hem Yunanistan’a karşı silah ve para desteği kazanmış hem de Doğu sınırını güvence altına almış olacaktı.

Her ne kadar TBMM ideolojik kaygılardan dolayı Bolşevikler’le ittifak etme konusunda tenkit edilse de, Atatürk’ün Bolşeviklere yaklaşımı pragmatist reflekslere dayandığını Bolşevik politikalarına muhalif olan bir gruba söylediği şu sözlerle anlayabiliriz :

’Bu noktada iki ciheti birbirinden tefrik etmek lazımdır. Biri, Bolşevik olmak; diğeri Bolşevik Rusyasıyla ittifak etmek. Biz, Heyet-i İcraiye, Bolşevik Rusyasiyle ittifak etmekten bahsediyoruz. Yoksa, Bolşevik olmaktan bahsetmiyoruz.’’

TBMM’deki muhalefete rağmen 1920 ve 21’de Moskova’ya heyetler gitmeye ve görüşmeler yapılmaya başlanmıştır. Nihayet bu görüşmeler sonunda Mart 1921’de Moskova antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma sayesinde TBMM ilk defa büyük bir devletin nazarında meşruiyet sahibi olmuş, ayrıca Türkiye’nin Doğu sınırı çizilmiştir.

Genel olarak TDP’nin 1920-22 yıllaında varoluşsal bir kaygının izlerini taşıyan bir diplomatik mücadele olduğunu söyleyebiliriz. Bu yıllarda Ankara’nın genel gayesi, Milli Mücadele’yi dünya nazarında meşru bir konuma oturtmak ve diplomatik olarak bağımsızlık yolunda ilerleme kaydetmekti. Aynı zamanda bu yıllarda TDP’nin Revizyonist fakat sistem karşıtı olmayan bir politikası vardı. Bu politika sayesinde Ankara, bağımsızlığını Batı ülkerinin nazarında meşru kılabilmiştir. Bu süreçte dış politikada diğer bir önemli ton ise çift taraflı ilişkilerin önemiydi; Ankara hem Batı’yla münasebeletlerinde olumlu bir hava yakalamaya çalışmış hem de Bolşevikler’den de ciddi manada yardım görmüştü. İlerleyen yıllarda ise Türk Dış Politikası Lausanne’da hak arayışı üzerine kurulmaya başlayacaktı.


KAYNAKÇA

1-  Kemal Karpat, Türk Dış Politikası Tarihi, Timaş 2012 İstanbul

2- Fahri Armaoğlu, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1988, Ankara

3-  Baskın Oran, Türk Dış Politikası Tarihi,  İletişim Yayınları, 2008 İstanbul

Leave a Reply