Herkesin hayatı farklıdır; çünkü farklı koşullarda doğarız. Hayat görüşleri de bu noktada farklılaşır. Hayat bize oyunlar oynar, zorluklar çıkarır ve seçimler yapmamızı gerektirir. Hayat ve yapılan seçimler birbirinden ayrı düşünülemez. Seçimlerimizi yaparken asıl ortaya çıkansa, içimizdeki cesarettir. Ne kadar cesur olduğumuz belirler hayatımızın akışını… Cesaretse her kapıya gidebilir, bir insanı özgürleştirebilir, tutsak edebilir, başına kötü şeyler gelmesine sebep olabilir ya da en tepeye çıkarabilir; ama cesaretin asıl tanımı bu seçimin sonuçlarına da göğüs germeyi gerektirir. Sonuç ne olursa olsun; ayakta kalmak ve sonuçları göğüslemektir cesaret, sonuçları baştan bilerek yola çıkmaktır. Tiffany’de Kahvaltı’yı okuduktan sonra aklımda sadece iki kelime belirdi: cesaret ve özgürlük.

tumblr_lgxlpqmS5q1qaz8d7

Bir insan için nereye ait olduğunu bilmek büyük bir şanstır. Bazı insanlar sadece bir ortamın içine doğarlar ve öyle yetişirler ki, artık oraya aittirler. Ama bazıları için hayat daha zordur, nereye ait olduğunu bilmeyenler için… İşte bu noktada yapılması gereken bir seçim vardır: Ya hayatı olduğu gibi kabullenmek ve oraya uymaya çalışmak ya da ait olduğun yeri aramak. Cesaret burada devreye girer. Gerçekten gönlünün götürdüğü yere gidebilecek kadar cesur olup olmadığın, kararın olur. Kararının sonucuysa özgürlüğünü belirler ve hayatını şekillendirir.

144178120_tn50_0Kitabın başkarakteri Holly Golightly‘nin en önemli özelliği cesur olmasıydı bence. Cesareti, yanında özgürlüğünü de getiriyordu. İnsanlar onun hakkında ne derse desin; istediğini yapabilme yetisi vardı Holly’nin. Nereye ait olduğunu bulmaya çalışırken, hayatındaki zorlukların üstesinden geliyordu. Kitabın can alıcı yerlerinden biri; Holly’nin, verdiği partide Paul’le konuştuğu yerdi bence.

Breakfast-at-Tiffany-s-breakfast-at-tiffanys-2295502-1024-576

 

“… kötü kırmızılığa yakalandığın günleri hatırlıyorsun değil mi?”

“Keder mavileri gibi mi?”

“Hayır. Hayır, keder mavilerine şişmanlamaya başladığın zaman ya da uzun süre yağmur yağınca yakalanırsın. Yalnızca kederlenirsin, o kadar. Fakat; kötü kırmızılığa yakalanmak çok korkunçtur. Korkmaya ve cehennemdeymişsin gibi terlemeye başlarsın, neden korktuğunu bilmezsin. Kötü bir şey olacaktır, fakat ne olacağını bilmiyorsundur. Bu duyguyu hiç yaşadın mı?”

“Oldukça sık sayılır, bazıları buna sıkıntı der.”

“Peki, sıkıntı diyelim. Peki önüne geçmek için ne yapabilirsin?.. En iyi şeyin, bir taksiye binip Tiffany’ye gitmek olduğunu buldum. Oranın sessiz ve gururlu ortamı beni bir anda durgunlaştırıyor.”

Peki; hayatın sadece kötü kırmızılardan ibaretse ve Tiffany’yi daha bulamadıysan… Bence asıl soru burada geliyor: Hayatını değiştirip tamamen farklı bir yola gidebilecek kadar cesur musun? Özgürlüğün tadı almak istiyor musun? Nerede duracağını biliyor musun? Tiffany’de Kahvaltı, bir öz sorguyu başlatıyor bence. Karakterle birlikte siz de aramaya başlıyorsunuz ve hayatınızı sorguluyorsunuz, önceki seçimlerinizi gözden geçiriyorsunuz.

hollyKitaptaki başka bir iç sorgulamaya yol açan düşünceyse; elindekinin, kaybedene kadar değerini bilmemekti. Zaten kendisini bir yere ait görmeyen bir insan, elindekileri kendisinin sayamaz. Çünkü o eşyalar ona aitse, kendisi nereye aittir? Bu düşünceyle ilgili en sevdiğim kısım ise; Holly’nin kendini bir yabani olarak tanımlamasıdır. Çünkü kendi görüşüne göre bir yere ait değildir. Daldan dala konan bir yabancıdır insanların hayatında, gelip geçicidir. Ama hala ait olduğu yeri bilmemesine rağmen neden kaybedince bu kadar üzülüyor? Çünkü korkuyor. Bu arayışın bir sonu olmamasından korkuyor, aslında ait olduğu şeyi kaybedene kadar anlamamaktan korkuyor. Arada sakin limanlara sığınıyor, Tiffany gibi… Kötü kırmızılıkları atlatmasına yardımcı olmaya çalışıyor; ama ait olduğu yeri aramaktan vazgeçmiyor…

Günün birinde, sizi de Tiffany’nin Holly’yi hissettirdiği kadar iyi hissettirecek birisini ya da bir yeri bulursanız, oraya gidin… O sakin limanda dinlenin, sonra ait olduğunuz yeri aramaya devam edin.

Leave a Reply