Türk-Japon ilişkileri deyince herkesin aklına ilk Ertuğrul Faciası gelir. Ama esasında Japonlar’ın Türkleri bu denli sevmesinin altında yatan çok daha güncel ve genellikle pek bilinmeyen bir başka olay var. Bu olaya geçmeden Ertuğrul Faciası neydi bir hatırlayalım isterseniz.
Sömürge olmanın kapısından dönen Japonya
Malum 19.yy’da gelişmiş devletler dünyanın hemen hemen tamamında kolonilere sahipti. Afrika, Amerika, Asya, Avustralya büyük devletler tarafından adeta paylaşılmış ve her biri birer pazar haline getirilmişti. İşte tam bu noktada hâlâ pazar haline getirilemeyen iki devlet kalmıştı: Çin ve Japonya. Başlarda Japonya gelişmiş devletlere karşı direnmiş ve kabuğuna çekilerek bu devletlerin ülkesinde ticaret yapmasına mümkün olduğunca karşı koymuştu. Ta ki 3 Haziran 1853 yılında ABD dört savaş gemisi eşliğinde ticaret antlaşması imzalamak için Uraga şehrine gelene dek. Bu tarihten sonra Japonya daha fazla direnemeyeceğini anlayıp başta ABD olmak üzere gelişmiş devletlere kapütülasyonlar vermeye başladı. Japonya ile gelişmiş devletler arasında birer birer dostluk antlaşmaları imzalanıyor, her geçen gün bir devlet daha Japonya’dan imtiyazlar koparıyordu. Lakin bu durum halkın nezdinde öfkeyle karşılandı ve 1863’de Yedo’daki ABD elçilik binası halk tarafından yağmalandı. Halkın bu öfkesini dindirmek için Japon İmparatoru bütün yabancıların ülkeden çıkarılmasını emretti. İngilizlerin buna cevabı ise Japon limanlarını bombalamak oldu. Japonya’nın iki seçeneği vardı. Ya kayıtsız şartsız bir teslimiyetle gelişmiş ülkelere boyun eğip bir yarı-sömürge haline gelmek ya da oyunun kuralına göre oynamak. 1867’de İmparator Meji döneminin başlamasıyla Japonya hızla dışa açılmaya ve gelşimiş ülkeler karşısında koz olarak kullanabileceği yeni müttefikler edinmeye yöneldi. İlk ve en güçlü aday o dönem Japonya ile aynı dertten muzdarip olan Osmanlı’ydı. Önce 1878’de Japon savaş gemisi Seiki, okul gemisi olarak İstanbul’u ziyaret etti. 9 sene sonra da Prens Komatsu ve eşi İstanbul’a geldiler.
İade-i Ziyaret: Ertuğrul Fırkateyni
Aynı dönemde Osmanlı yönetimindeki Abdülhamit’in istediği fırsat ayağına gelmişti. Hemen bir iade-i ziyaret hazırlığı başladı lakin gidilecek menzil ziyadesiyle uzak ve meşakkatliydi. Yıllardır Haliç’te çürümeye bırakılmış, bir zamanlar Akdeniz’i göl yapan kudretli Osmanlı donanmasından, Devlet-i Ali Osman’a yakışır bir gemi seçilmeli ve Japonya’ya Padişahın “özel nişanı”nı götürmeliydi. Arandı, tarandı ve aslında yelkenli olarak inşa edilen ve sonradan buhar motoru eklenen Ertuğrul Fırkateyni’nde karar kılındı. Times gazetesi bu tercihi alaya alan bir başlıkla, o geminin sittin sene Japonya’ya varamayacağını varsa dahi dönemeyeceğini iddia etti. Damarımıza basılmıştı bir kere, yılların haşmetlü, devletlü imparatorluğu bir gemi yollayamayacak mıydı? 11 Nisan 1889’da yani Times gazetesi o manşeti attıktan bir hafta sonra Padişah iradesi çıktı. Gemi gidecekti ama nasıl? Bahriye Nezareti’nin açık emri vardı, imparatorluk sularından çıkılır çıkılmaz kömür kullanımı durdurulacak ve yelkenlerle seyredilecekti. Sadece limanlara girerken ve çıkarken göstermelik olarak kömür yakılarak devletin itibarı kurtarılacaktı. Ertuğrul’un niye seçildiği anlaşılmıştı ama iş işten geçmişti. Normal seyir süresi 3 ay olan yolu Ertuğrul tam 11 ayda aldı ve Japonya’ya vardı. Nişan takdim edildi, yenildi içildi ve bizimkiler müsade istedi. Japonlar ısrarcıydı. Bu havada açılırsanız, hele bu gemiyle, Allah muhafaza… Lakin Bahriye’nin kesin emri vardı. Zaten gelirken gemi sürekli arzalandığı için çok zaman kaybedilmiş ve Times gazetesine yeterince malzeme verilmişti. Şimdi Japonya’da kalınan her fazladan gün, dedikoduların artmasına yol açacaktı. İşte bu şartlar gereğince, 15 Eylül 1890’da Yokohama’dan dönüş yolculuğu başladı. Lakin daha bir gün yol alınmıştı ki, Ertuğrul kendini şiddetli bir fırtınanın ortasında buluverdi. Son bir umutla Kaşinozaki fenerine doğru yol almaya çalıştı Ertuğrul. Gemi giderek fenere yaklaşıyordu, kurtulmanın sevinci tüm gemiyi sarmıştı. Ta ki, sis aralanıp da fenerin önündeki kayalıklar görünene dek. Fırtınadan sıyrılmak için son hız fenere yol alan Ertuğrul’un manevra şansı da kalmamıştı. Sonrası malum, 600 kişilik mürettebattan sadece 60’ı sağ kurtulabildi.
Dostluk bitiyor!
Bu büyük facia iki devleti birbirine daha da yaklaştırdı ama 23 Ağustos 1914’de Japonya, Almanya’ya savaş ilan ederek Osmanlı karşısında I.Dünya Savaşı’na katılınca tüm bu dostane hava birden bozuldu. Savaştan sonra, Türkiye ile yeniden sıcak ilişkiler kurulmaya çalışılsa da II.Dünya Savaşı’nın son günlerinde, 23 Nisan 1945’de Türkiye’nin Japonya’ya savaş ilan etmesiyle ipler tamamen koptu. Aslında bu göstermelik bir ilandı ve o dönemin koşullarında Türkiye’nin pek fazla seçeneği de yoktu ama Japonlar nezdinde bu olay yıllarca unutulmadı, ta ki 1985 yılına dek.
Yüzyılın kurtarma operasyonu
İran-Irak savaşının tüm şiddetiyle sürdüğü günlerde, Saddam Hüseyin 18 Mart 1985’de bir gün sonra İran’a hava saldırısı başlatacağını ve İran hava sahasını kullanan sivil uçakların da vurulacağını açıklar. Ülkedeki yabancılar apar topar ülkeyi terk etmeye başlar. Ancak 215 Japon bilet bulamadıkları için havalimanında mahsur kalır. Tüm havayolu firmaları kendi yolcularına öncelik tanımakta ve Japonlar’ı almamaktadır. Ee bu Japonlar’ın uçak firması yok mu diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Tüm Japon firmaları Irak ve İran’dan garanti gelmediği sürece uçuş yapmayacaklarını deklare eder. İşte tam bu noktada İran’da bulunan dönemin Japon Büyükelçisi Yutaka Nomura, yine dönemin Türk Büyükelçisi İsmet Birsel’le görüşerek Türkiye’den yardım ister. Birsel konuyu Özal’a açar lakin çok riskli olduğu gerekçesiyle isteği reddedilir. Fakar Özal’ın eski bir dostu olan ve o dönem İtochu firmasının Türkiye şubesinde çalışan Takaşi Morinaga da Özal’dan rica da bulunur. Bunun üzerine eski bir savaş pilotu olan Ali Özdemir kurtarma operasyonuna kaptan pilot olarak atanır. Günün ilk ışıklarıyla yola çıkan uçak, Tahran Havalimanı’nın kapatıldığı bilgisini alarak dönüşe geçer. Yeniden bir haber gelir, ve pistin açıldığı bildirilir. Saatler hızla tükenmektedir. Uçak, Saddam’ın bildirdiği bombalama vaktine 3 saat kala Tahran’a iner. 15 dakika içinde 215 Japonu alır ve kalkar. 5 Şubat 2004 tarihli Hürriyet Gazetesinde yayınlanan bir yazı da Ali ÖZDEMİR, henüz belirlenen vakit gelmemesine rağmen Saddam’ın bombardımanı başlattığını ve uçağın 5 metre yakınından geçen bir uçaksavar füzesini gözleriyle gördüğünü belirtir. Türkiye sınırına girdikten sonra pilotun “Welcome to Turkey” anonsu tüm uçağı sevinç çığlıklarına boğar.
İşte sanılanın aksine Türk-Japon dostluğunu günümüzdeki seviyeye ulaşmasını sağlayan olay bundan 125 sene evvel yaşanan Ertuğrul Faciası değil, 1985 yılındaki Türkiye’nin kurtarma operasyonudur. Burdan bir dipnot, 1 Şubat 2015 itibariyle IŞİD elinde tuttuğu ikinci Japon rehineyi de öldürdü ve Türkiye’nin çabaları bu kez sonuçsuz kaldı.
NOT: 1985 yılındaki kurtarma operasyonunu anlatan Japon TV kanalı tarafından çekilen belgeselin görüntülerine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://www.veoh.com/watch/v19777669cNcAsYjn?h1=ProjectX+135+Evacuation+from+Tehran+by+Turkish+Airlines.
Deniz Bozkaya
Emeğinize sağlık sayın Kürşat tosun
Gurur duyarak okudum ve bilgilendim
Alp Türk
THY reklamından merak edip araştırdım ve yazınız ile karşılaştım gayet net ve açıklayıcı emeğinize araştırmanıza sağlık teşekkürler
Itachi Uchiha
Merak edip arastirmak ne güzel. Ben de reklamdan dolayi geldim.
Ayça Ertürk
Gerçekten tüylerim diken diken oldu, kıymetli emeğiniz için çok teşekkürler. Bu yazınız vasıtasıyla diğer bütün yazılarınızı da okudum, hepsi çok farklı ve başarılı. Başarılarınızın daim olmasını dilerim.
Yasar Mehmet
Adem ile Havva’dan beri aslında kardeş olan tüm insanlığa selam olsun..