Uyanmakta zorlandım o sabah. Ertesi gün pazartesi olmasına rağmen bizimkiler çok ısrar ettiler, ben de Tunus’ta biraz fazla kaçırdım içkiyi. Evvelsi geceden beri başım ağrıyor zaten, müzik çok yüksekti. Neyse duşa girip evden çıktım. Yine sabah sabah Eskişehir Yolu’nun trafiğiyle uğraşıp bir de yetmezmiş gibi okulun otoparkında yirmi dakika park yeri bulamadım, 10.40 dersine gelirken yer bulunur mu? Neyse Zeynep’le haberleştik, Coffee Break’in önünde buluştuk. Yazık kızı bekletmek zorunda kaldım. Coffee Break’te de sıra var tabi… Aldık kahvaltılarımızla kahvemizi dışarı çıktık, önü doluydu Break’in; biz de istemeye istemeye havuzun orada oturalım dedik. Tam giderken bir kız çıktı karşımıza, çirkin bir şey. Elinde bir kağıt parçası tutuyordu, “Öğlen 10 Ekim anmamıza gelmek ister misiniz?” dedi. ‘10 Ekim’de ne olmuştu ki?’
“Anlatacak kelime yok, ne Türkçede ne başka bir dilde anlatacak kelime yok bunu. Katliam falan karşılamıyor gibi geliyor. Öyle bir psikoloji var ki şu an, unutmadım hiçbir şeyi ama acıtmıyor gibi geliyor. Bir de onun suçluluk duygusu var işte, neden ağlayamıyorum? İlk başta kortejin içindeyiz, Alican SYKP’nin yanında. Bayraklar dağıtılıyor; anneler var, cumartesi anneleri. Alican’la biz de aslında en büyük kortejin HDP’nin korteji olduğunu ama kortej halinde yürümeyi bilmediklerini konuşuyorduk, hep kitle halinde duruyorlar. Ankaralılar bilir, eylem çağrısı eğer 10’daysa 11’de yürüyüşe geçilir, o yüzden Ankaralılardan çok diğer şehirlerden gelen insanlar vardı. İlk toplanma yerindeyiz, kimsenin aklına emniyet almak gelmiyor. Nereden bileceksin zaten kaç koldan insan geliyor, Sıhhiye’de alacaktık emniyeti. Baktım kortejde bizim tanıdığımız kimse yoktu, onlar geç gelecekti. Alican’ı bıraktık. Normalde hayatta kortejden çıkmam, Hazal “Ben bir arkadaşıma bakacağım” dedi, ben de iyi öyleyse ben de babama bakarım diye düşündüm. Hep HDP’yle yürürüm, annem ve babam KESK ya da DİSK’le yürür; bir bakayım dedim daha nasıl olsa zaman var. Tam gidiyorduk halamı gördüm, o da İstanbul’dan gelmiş. “Hala ben HDP kortejine gidiyorum” dedim, o da “Ben de iki dakikaya oradayım” dedi. Neyse gittik Hazal’ın arkadaşını gördük. Türk Tabipler Birliği’nin hemen yanındaydı arkadaşı, oranın da bombanın patladığı yerle arasında 50 metre ya var ya yok. Tam dönecektik bir çocuk fotoğraflarını çekmemizi rica etti. Çok kalabalık bir yerdeyiz, tam geçişlerin yapıldığı bir alan. İlk fotoğrafa bastı Hazal, ikinci fotoğrafa da bastı ve inanılmaz basınçlı ve inanılmaz gürültülü bir ses çıktı. Ama o basınç zaten kulaklarını sağır ediyor, ilkini duyduk ama o anda zaten şok geçiriyoruz, yapabileceğimiz hiçbir şey yok. İkincisi otuz saniye içinde patladı ya da bana öyle geldi. İnsanlar koşmaya başladı, birbirilerini ezerek orada bulunan bir duvara girmeye başladılar. İnsanlara dönüp sakin kalabilen beş altı kişi sakin olmaları için çağrı yapıyoruz, sakin olmalılar yoksa birbirilerini ezerler. Sakin olun dedikçe insanlar daha çok panik yaptılar, Hazal’a dönüp “Sakin ol, sen Alican’a telefon et” dedim. Hazal’ın korkudan eli ayağı titriyor ve o kadar ağlıyor ki baktım ki arayabilecek gibi değil. Neyse ben ilerlemeye devam ettim, Hazal’ı orada arkadaşlarıyla bıraktım. Biraz ileride Haziran’ı gördüm, Haziran’ın üzerine et yağmıştı. Haziran dediğim de lise korteji; çoluk çocuk hepsi lisede daha, onlar nasıl atlatacak bilmiyorum. Aklıma önce annem babam, sonra da Alican geldi. Öldülerse yapacak bir şeyim yok artık dedim, üç patlıyorsa da dört patlıyorsa da gideceğim; yaralılarsa da yaralılara yardım ederken bulurum zaten. Başka türlü orada anneni babanı telefonda düşürmen mümkün değil, o sırada arıyorlar onlar da beni ama bomba patladıktan sonra mümkün değil telefon çekmez. Neyse oradan olay yerine koşan beş altı kişiyiz, hepimizin de tek düşündüğü patlatıyorsan hepimizi patlat, ben artık yaşamaya utanıyorum çünkü. Üç bombaymış dörtmüş umurunda olmuyor. Hazal’ı arkadaşına bıraktım, döndüm arkama koşmaya başladım. Tam köprünün girişine geldim. Girişte bir kişi kalp masajı yapıyor, bir yaralıyı çekebilmişler oradan, oturabilecek pozisyondakileri gördüm. Tamam, dedim; herhalde küçük çaplı bir patlama. Ondan sonra ileri doğru yürümeye devam ettim. Yavaş yavaş yürüyorum çünkü korku da var, korkuyorsun ama geri çekmiyor o korku seni.
Kan gölünü gördüm, buram buram kurbanlık pazar gibi kokuyor, buram buram et kokusu duyuyorsun. Daha sonra et parçalarını görmeye başladım; bacaklar, kollar, etrafta üst üste binmiş insanlar… Biraz daha içeri girdim, pankartlara sarılmış insan bedenleri, ölülerin üstüne bayrak sermişler.
Bütün SYKP bayrakları, bembeyaz bayraklar kıpkırmızı olmuş. Alican kesin öldü, dedim; mümkün değil kurtulması. Yerlere bakıyorum devamlı, kıyafetini biliyorum çünkü. Kafasını, kolunu bir şekilde bulursam kıyafetinden tanırım diye düşündüm. Et parçalarının arasında arkadaşımın gömleğinden bir parça aradım. Annemler daha gelmemiştir diye düşünüyorum bir yandan. İnsanlar koşuşturuyor, yaralıları taşıyorlar. İçerilere girdim diğer SYKP bayraklarını gördüm; tamam dedim, Alican ölmedi. İşte o an ancak kendime gelebildim, o zaman etrafa bakabildim ve o zaman orada 100-150 kişinin öldüğünü anladım. Ben böyle bir şey beklemiyordum, şoka girdim. Tam yürümeye başlayacağım ayağımın kaydığını hissettim. Kandan zannettim ama et parçalarından kayıyormuş. Boncuklar, et parçaları paramparça. Sonra bir kadını fark ettim ileride, sabit bir şekilde duruyor, önüne bakıyor. Baktığı yere baktım ben de; bir insanın kafası kopmuş, ayaklarının üzerine düşmüş. Öyle bir şoka girmiş ki ne ağlayabiliyor ne de gitmek istiyor. Tuttum kollarından çekmeye başladım, “kendine gel, iyisin, bir şeyin yok, gidiyoruz” dedim. “Gitmeyeceğim” dedi, durmaya devam etti kafanın olduğu yerde. Kafanın üzerini örttüm sonra “Eşimi bulun” dedi. Koştum hemen “Şuradaki kadının eşini bulun, eşi kötü” dedim. Bulamadık, dedim ya telefonlar çekmiyor. Tam kadının yanına dönüyordum bir başka kadın geldi yanıma, tuttu kolumdan, “Bak aynı senin gibiydi, aynı sen, çok benziyorsunuz” dedi. Baktım fotoğrafa, “Bulabildin mi?” dedim, “Buldum, yatıyor orada” dedi, eliyle gösterdi. Kadın gülmeye başladı ama elim ayağım boşaldı. Hiçbir şey yapamıyorum “Kızın mı?” diyorum “Evet, hepimizin kızı” diyip gülüyor. “Sakin olun” dedim, en son bacaklarıma sarılıp yere doğru çekmeye başladı; “Seni de öldürecekler, gel buraya, yere yat” dedi. O arada diğer kadına da sarılıyor, ikisi birden yere düştüler. İkisini birden kucakladım, yan tarafa doğru çektim. “Kendine gel” dedim “çık buradan”. Bir arkadaşı buldum ona söyledim çıkardı ikisini de. Koku o kadar artmaya başladı ki bu esnada nefes alamayacak hale geldik. Daha sonra ambulans girsin diye açtığımız yoldan ilk başta toma girdi, ambulans bir iki tane geldi ama yüzlerce ölü var. Yani onlarca ambulansın yığılması lazım oraya, bir tane iki taneyle olacak gibi değil. Ondan sonra birisi arkadan “Canlı var mı canlı?” diye bağırmaya başladı. Toplamaya çalışıyorlar, “Canlı var mı canlı” dedi. O zaman olayın tam farkına vardım. “Şans eseri yaşıyoruz ama keşke ben ölseydim” dedim içimden, “Keşke ölseydim de öyle bir şeyi görmeseydim, elli kere ölürdüm”. Sonra yine ambulans için açtığımız kortejin içinden çevik kuvvet girdi, sadece alkışlayarak üzerilerine geldi insanlar çevik kuvvetin üzerine. Yapacakları başka bir şey de yok zaten. Siviller gülerek geçiyorlar, gülüyor… Yerde sadece can çekişenler kalmış, parçalananlara zaten yapabilecek hiçbir şey yok. Ama o can çekişenlerin içine gaz sıkıldı, zaten bir kısım insan da o zaman öldü. Arkadaşlardan bir tanesi öyle bir kendinden geçmiş ki iki çıplak eliyle o cayır cayır yanan gaz bombasını tuttu attı. Tutamazsın onu elinle normalde. Kovdular bunu, biz çıkarken hala gülmeye devam ediyorlardı. İnsanlar, biz paramparça olmuşuz, onlar gülmeye devam ediyorlar… Ondan sonra yukarı doğru çıkarken annemi gördüm. Annem sinir krizi geçirdi, yerlere düştü; “Bugün öldürdün işte” dedi. Halamla en son konuştuğumuzda ben korteje gidiyorum dediğim için kalp krizi geçiriyormuş neredeyse, her yerde beni arıyorlarmış. Birbirimizi arama yöntemimizi söyleyeyim size: parçalar. Et parçaları, kıyafet parçaları… Burada mı bomba patladı diye bakıyorsun. Babamı da gördükten sonra biraz dışarıya doğru ilerledik, Hazal hala kendine gelememiş. Alican’la konuşmuş Hazal, orada bulunan bir arabanın arkasında kalmış. Sarsıntıdan araba devrilse öldü, araba orada değil de beş metre yanında olsa parçalandı… Alican bizim öldüğümüzü düşünmüş, ben onu ilk defa böyle gördüm –olaydan iki gün sonra-; haykıra haykıra ağlıyormuş. “Berfin” diyor, “ciğerim çıktı ağlamaktan”. Öyle bir şok ki o, sadece bağıra bağıra ağlamış ve oradaki herkes böyle yaptı. Sonra Sercan geldi dün döndü bana “Berfin, bir bize cenazemizin parçasını toplatmamışlardı, bir o kalmıştı, onu da yaptırdılar, elimle topladım kuzenimi” dedi. Eliyle toplamış, hepimiz arkadaşlarımızı ellerimizle topladık. Poşetlerin içinde taşıdık. İnsanlar arıyor şimdi iyi misin diye, yaşıyorum demeye o kadar utanıyor ki insan… Keşke hepimizi parçalasalardı, bu yükü taşıyamam ben. Yumruklamadığım yer, düşünmediğim şey kalmadı. Ben üç gündür telefon çalınca yataktan düşüyorum, üç gündür duyduğum her ses dönüp bakıyorum. Üç gündür her seferinde Alican ölmüş sanıp her seferinde yüzüne bakıyorum. Her gün yanımda olsun istiyorum, bir kere daha göreyim istiyorum, patlayacak zannediyorum. Bombaya koşmak bambaşka bir psikoloji, her şeyi siliyorsun. Öldür, hepimizi öldür, birimizi alıp diğerini bırakma hepimizi öldür. Diğeri taşıyamıyor, ağırlığı taşıyamıyor artık. Ben biri ölse yaşayamam, her gün birimiz ölüyoruz, nasıl oluyorsa yaşıyoruz. Derse girelim diyorlar anlamıyorum, gülme krizine giriyorum ertesi gün sinir krizi geçiriyorum.
Yaşamaktan her gün utanıyorum, gel hepimizi al tek tek çok acıtıyor. 9 yaşında çocuğun havaya uçtuğunu görmek ne demek? Kendi çocuğunun parçasını toplamak ne demek? Bunu bir anneye nasıl yaptırırsın, bir insana nasıl yaptırırsın? Kendi çocuğunun cenazesini poşete toplamak, eteğine toplamak ne demek? Peki, şimdi mi anlaşıldı bu?
Suruç’ta kimsenin ruhu duymamıştı, niye şimdi Ankara diye mi? Kobane her gün patlıyordu. Yanına geldiğinde Alican’a olmasıyla diğerine olmasının acısı bir değil bunu ben de biliyorum. Ama ben ona da köpek gibi üzülüyorum, önce insan olmalı çünkü. Bu böyle iki eylem yaparız, anma yaparızla aşılacak şey değil, unutulacak şey değil. Bizi Ankara’nın ortasında 100 kişiyi katlettiler. Bu insanlar sırtlarından deri parçaları topladılar, duvarlardan insan parçaları topladılar, elektrik direğinin üstünden kol aldık biz, kol. Hiçbirimizin normalleşeceğini sanmıyorum, o kıyımı görmeyen ama orada bulunanlar belki bir gün normalleşirler. Ama ben bir gün gece Alican ile Hazal’ın yüzünü görmeden eve gitmek istemiyorum. İki gün boyunca telefonda konuşmamıza rağmen iki günün sonunda yüzünü gördüğümde yaşadığına inandım. Yaşamadığını düşünüyordum, telefonda konuşmama rağmen öldüğünü düşünerek o acıyı yaşıyordum. Geçmedi. Kulaklarım hala alışamadı, o basınçlı ses kulaklarımdan gitmiyor, o görüntülerin hiçbiri aklımdan çıkmıyor. O ayağımın kayması, o insanların can havli, çocuklarını kaybetmiş anneyle babanın gördüğüm yüzleri aklımdan çıkmıyor. “Ben gördüm çocuğumu” diyor, “bulamadılar diyorlar siz inanmıyorsunuz ama ben gördüm çocuğumu havaya uçarken” diyor. Hayatımda ilk defa babam beni bir eylemde gördüğünde koşarak yanıma geldi sarıldı ve kendine gelemedi. O dimdik duran adamı ilk defa bu kadar aciz, bu kadar çaresiz, bu kadar yorgun gördüm. Ya ben babamın cenazesini kaldıracağım, kaldırtacaklar, ya da o benim cenazemi. İşte her eylemde böyle bekliyoruz birbirimizin cenazelerini. Ben cumartesiyi unutamam, acı çekmediğim için üzülüyorum, orada ben ölmediğim için, ben patlamadığım için utanıyorum. Şansına ölmemişiz. Ben cumartesiyi unutamam…”
Berfin Damla Bircan’ın tanıklığından…