“Cevaplarımız suallerle hudutlu…

Sorulan sualler hep aynı olunca

cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş.

Sorulmayan suallere cevap vermek insan takati dışında.”

Cemil Meriç, 29.10.1974

17. Yüzyıl Osmanlı’sında sıradan bir gün:


soytarilar_1

Osmanlı’da saray soytarıları, temsili

İçeridekiyle, dışarıdakiyle diyaloğu olmayan bir imparatorluk. Saltanatın geçmişte yaşadığı kudretli günleri tatlı rüyalarında gören padişahlar. Rüyalarından uyanınca gözlerini açtıkları dünyalarını yine bir toprak kaybetme korkusunun, ekonomik bunalımların çevrelediği kaskatı gerçekler karşılamakta. Dalkavukların meczup alkışları örtmeyi dener her gün doğan güneşin apaçık gün yüzüne çıkardığı bu gerçekleri. Aynı güneşin aydınlattığı Avrupa’da Leibniz Sonsuz Küçükler Hesabını bulmayı denerken, saray soytarıları güneşin sonsuz beyazlığını küçük gövdeleri ile örtmeyi denemekte Anadolu’da. Kaç saray sahibi güneşten mahrum kalmıştır dersiniz bu dalkavukların ardında? Bilmesinlercilik (obskürantizm) oynamanın ardındaki bu mahrumiyet, köhne sarayın kulu bellediği halkın bilgiye, huzura, medeniyete, hakka susuzluğunu artırmaz mı dersiniz? Güneşin kavurduğu Anadolu ovalarında, dağlarında susuzluk başlamıştır bile. Susuzluk homurdanmalarına sus payı verilmek istenir. Yağmur duası çaresizliğinde birkaç küçük ıslahat denemesi. Yağmur yağmaz tabi. Yağmayan yağmura sinirlenircesine daha büyük istibdat, baskı, zulüm ve önü alınamaz bir kuraklık. Susuzluktan dudakları çatlayanlar bir yığın kavram karmaşası içinde doğu-batı, monarşi-meşrutiyet derken İttihat’ın dip dalgası. Ortaya çıkan çamurlu bir su. Suya hasret kalmışların büyük bir hazla eğildiği bulanık, kirli su. Sonrası malum: savaş, işgal, acı, ölüm. Yıllarca bilmesinlercilik oynamanın güneş kadar doğal, çamurlu suya batmak kadar iğrenç faturası.

Belleğimize alarak bu faturayı günümüzü düşünmeyi deneyelim şimdi. Ağaçların arasında kaybolmadan ormana dışarıdan bakalım, nerede olduğumuzu tespit edelim:


Hakka, hukuka, huzura susuzuz. Berrak suyu arayan bir millet olmaktan uzaklaşıp, kirli suyu bulduğumuzda şükredecek bir topluma doğru hızla yol alıyoruz. Kirli sudan bile uzaklaşıyoruz. Bir damla su bulsak çamurlu ellerimizle  kana kana içeceğiz. Yok. Bir damla suya muhtacız.

Dışarıda insanlar birbirini boğazlıyor her gün. Her sabaha yepyeni bir acıyla uyanıyoruz. Kendi çocuklarımız, reşit olmayanlarımız üzerinde canlı bombalarla intihar ediyor. Peşlerinde yüzlerce canı daha götürerek. Komşumuz elinde silahla sokaklarda terör estiriyor. Silah bulamayınca bazen palalarıyla kendi insanına saldırıyor. Aynaya tahammülü olmayan bir insan güruhu büyüyor her geçen dakika. Diyarbakır’da polisler uyurken şehit ediliyor, üniversitelerde gençler kendi akranlarını öldürüyor. Her yerde acı, terör, ölüm. Acılarımız büyük, sevinçlerimiz az; ama hiçbiri ortak değil. Yasımızı ıslıklayanlar, sevincimize üzülenler hep biziz. Kopuyoruz artık, uzaklaşıyoruz ışık hızında kendimizden.

Tüm bunlar olurken uygar bir toplumda neler olması gerekir? Tüm bu acıların sebebini sorgulayan insanlar olmaz mı? O kadar medeniyetin beşiği olmuş Anadolu’da bugün bu acıları sorgulayacak insanları bulamıyor muyuz? Ne diyor Cemil Meriç? “Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak ihanettir.” Kalmadı mı bu toprağa, içtiği suya ihanet etmeyen insanlar? Pir Sultanların Yunus Emrelerin topraklarında ölüme karşı çıkacak kalemler tükendi mi?  Binlerce yıllık bir medeniyetin emanetçisi olan bizlerin sesi olacak insanlar nerede? Bizlerin arasına örülen duvarları yıkacak kudretli aydınlar yok mu? Yok mu tüm bu olup biteni açıklayacak yiğit insanlar? Sorunlarımız çözümlerine yönlendirecek sorular soran cesur kalemler nereye kayboldu?

Bu insanlar var, biliyoruz! Bu kalemlerin, bu aydınların Anadolu toprağında tükenme şansı yok. Her köşesinde vicdanlı, cesur insanları her dönem var eden topraklarda yaşıyoruz. Susuzluğumuzun sebebini irdeleyecek o kişiler var, yeter ki sahip çıkalım.

Girişteki Cemil Meriç alıntısı cevapların ve soruların birbiri arasındaki ilişkiyi en güzel şekilde ortaya koyuyor. Sorular sorulamadan, doğru sorularla meşgul olunmadan kucağında oturduğumuz sıkıntıların kucağından kalkamayız.

Doğru soruları sorarak sorunlarımızın cevaplarını bulabiliriz. Susuzluğumuzu en saf sularla giderebiliriz. Yeter ki bu toprakların değerlerine, cesur seslerine, bağımsız kalemlerine sahip çıkalım.

Osmanlı’da padişahları rüyalarından uyandıran aydınlar olduğu gibi, kokuşmuş Orta Çağ düzeninde papaları korkudan titreten bilim adamları olduğu gibi bugün de acının kaynağına, ölümün sebebine yönelik sorular soran aydınlarımız, gazetecilerimiz var. Yeter ki sahip çıkalım.

Başlık Nazım Hikmet’in şiirinden esinlenerek konuldu. 2. Dünya Savaşında tarihin belki de en büyük yıkımını yaratan atom bombasının etkilerinin sürdüğü günlerde kaleme alındı “Nereden Gelip Nereye Gidiyoruz?” şiiri. Yıkımı, acıyı, ölümü ve korkuyu anlatan bu şiir bugün de yine karşı karşıya kaldığımız acıların benzerini dile getiriyor. Bütün o yıkımlara, susuzluğa rağmen hürriyetin hepimize yetebileceğini müjdeliyordu Nazım Hikmet.

can-dundar-erdem-gul-3

Erdem Gül ve Can Dündar tutuklanmadan kısa bir süre önce

Bugün de bu müjdeye sımsıkı sarılma günü. Haykıralım “Basın özgürlüğü, fikir hürriyeti!” diye. Can Dündar ve Erdem Gül nezdinde bütün basın emekçisi aydınlarımızın gasp edilen haklarını ikinci cumhuriyet rüyaları görenlere karşı savunalım! Onların yüzünde faşizme karşı oluşan tebessümün verdiği güçle sımsıkı sarılalım birlikte özgürce yaşama arzusuna. Çamurlu sulara şükretmeyerek ulaşalım o berrak denizlere hep birlikte. Bağıralım televizyon ekranlarındaki dalkavuklara “Küçük gövdelerinizle güneşten mahrum edemezsiniz bizi!” diyerek. Titretelim sarayların çelimsiz duvarlarını kudretli inadımızla. Geleceğimizi yağmur duası çaresizliği içinde bekleyerek değil, haklarımızı elde ederek aydınlığa kavuşturalım. Pes ettiğimiz gün susuzluktan kırılacağımızı bilerek yılmadan yürüyelim her fikre saygı gösterme yolunda. En karamsar anımızda, bu toprakların tüm değerlerini bir daha okuyarak yeniden çıkalım yola. Bilmesinlercilik oynayanların suratlarına karşı gözlerimiz kırpmadan doğru bildiğimizi, erdem bildiğimizi son nefesimize kadar haykıralım.  Ne diyor Daniel De Foe?

“Hakikati bulan başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın ‘benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”

Leave a Reply

5 comments

  1. Ozan

    Güzel olmuş

  2. B.C.

    Güzel bir yazı olmuş İlteriş, ellerine sağlık. Nazım Hikmet’in değerli kaleminden bir kesit de ben paylaşayım seninle:
    İnanın güzel günler göreceğiz çocuklar
    Güneşli günler göreceğiz
    Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
    Işıklı maviliklere süreceğiz..

  3. Yusuf İslam ŞEFLEK

    Kardeşim kalemine sağlık yazını çok beğendim.

  4. İlhami Civelek

    Hos bir yazi olmus. Ellerine saglik. Yazilarinin devamini heyecanla bekliyorum.

  5. Yusuf Ziya AYDIN

    Yeni Osmanlıcıların neyin peşinden gittiğini, ülkemizi nerelere götürmek istediklerini çok güzel anlatmışsın. Ülkemizdeki üniversite gençliğinin IŞİD çiler ve IŞİD çi olmadığını söyleyen gerici yobazlarla PKK lı bölücüler ve aynı kafadaki ilerici geçinenlerden müteşekkil olmadığını göstermesi açısından çok değerli bir yazı.