Atatürk Dönemi’nde Gazetecilik | Basın Özgürlüğüne Tarihsel Bir Bakış: 2

Basın Özgürlüğüne Tarihsel Bir Bakış adlı yazı serimin ikinci kısmına hoş geldiniz. İlk yazımda II. Abdülhamid Dönemi’nde uygulanan sansürleri ele almıştık. Şimdi ise Kurtuluş Savaşından 1940’lı yıllara kadar olan süreçteki basını gözden geçireceğiz.

Tarihi düzgün bir şekilde değerlendirmek için incelediğimiz olay ve olguları dönemin şartlarına göre değerlendirmeliyiz. Eğer günümüz değerlerine göre tarihi yargılamaya kalkışacak olursak, tarafsız, gerçek ve adil olmayan çıkarımlarda bulunmamız muhtemeldir. 1920, 1930 ve 1940’lı yıllardaki Türkiye’nin yakın coğrafyasında bulunan ülkeleri ve bu ülkelerdeki basının ve demokrasinin durumunu kısaca özetlememiz gerekiyor. Yakın coğrafyamızda 1920’li yıllarda İtalya’da iktidara gelen Mussolini, 1930’lu yıllarda Almanya’da gücü eline geçirmiş olan Hitler, Lenin’in ölümünden II. Dünya Savaşı’nın sonlarına hatta Soğuk Savaşın ilk yıllarına kadar iktidarda kalan Sovyet Rusya’nın diktatörü Stalin gibi liderleri görüyoruz. Aynı zamanda iç savaş geçiren bir İspanya ile birlikte iki adet sömürge imparatorluğu olan Birleşik Krallık ve Fransa bulunmaktaydı. Bu devletlerin hepsinde basının ve ifade özgürlüğünün gelişmediği net bir şekilde görülebilir. Belki Fransa ve İngiltere’nin diğer devlerlere göre bir nebze daha gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir dünyada Türkiye’nin özellikle de birçok ilke ve inkılapları uygulamaya çalışan Türkiye Cumhuryeti’nin, demokrasinin tüm ilkelerini ve ifade özgürlüğünü tam anlamıyla uygulamasını beklemek çok büyük bir yanılgı olacaktır. Zira Türkiye bu yıllarda pek çok devrim gerçekleşmiştir ve bu devrimleri muhafaza etmek için bir çok uygulamayı devreye sokulmuştur.

1929-1938 yılları arasında Avrupa. kaynak

1923 yılında Cumhuriyet’in ilanı ile rejim değiştirilmiş, 1924 yılında halifeliğin kaldırılması ile uygulanmak istenen ve günümüzde bazı siyasetçiler tarafından hala tartışmaya açılan laiklik ilkesinin ilk adımlarından biri atılmış, 1925 yılında Tekke ve Zaviyeler kapatılmış,1926’da Medeni Kanun kabül edilmiş… Tüm bu inkılapları yaparken birçok karşıt görüş ortaya çıkmış, bu görüşlerden bazıları tehlikeli eylemlere dönüşmüştür. Bu sebeplerden ötürü de ifade ve basın özgürlüğü yeteri kadar gelişememiştir çünkü bu karşıt görüşlerin yayılmaması ve olası tehlikeli eylemlerin engellenmesi amacıyla basın pek çok kez müdahaleye maruz kalmıştır.

Örneğin 10 Kasım 1923 günü yani cumhuriyetin ilanından henüz iki hafta geçmemişken İstanbul Barosu Başkanı ve İkinci Meşrutiyet Dönemi Mebuslarından olan Lütfi Fikri Bey’in, TANİN gazetesinde halifeye yönelik yazdığı bir açık mektup yayınlamış. Bu mektup, Cumhuriyetin ilanı ile sıradaki inkılabın halifelik makamını kaldırmak olduğunun açıkça görülmesi sonucu bu makamı korumak amacıyla kaleme alınmıştır. Mektupta Lütfi Fikri Bey, hilafet makamının korunması gerektiğini, Halife Abdülmecid’in istifa etmemesi gerektiğini ve istifa haberleri üzerine milletin ne kadar büyük bir duygusal çöküntü yaşadığını romantikleştirerek anlatmıştır.

Ardından, Londra İslam Cemiyeti Sekreteri Said Muhammedi’nin dönemin İçişleri Bakanı Fethi Bey’e (Okyar) yazdığı ‘Halifenin ruhani imtiyazlarını kesinlikle düzenli ve meşruti bir esas üzerine tespit etmek gerektiğini’ öne süren mektubu basında yayımlanmıştır. Ek olarak Londra’da bulunan İsmailiye mezhebi lideri Ağa Han ile Hintli Emir Ali’nin Başbakan İsmet Paşa’ya (İnönü) gönderdikleri ‘hilafet ve halifenin Müslüman milletleri güven ve saygısına yaraşır bir mevkie eriştirilmesini’ isteyen ortak mektupları TANİN, İKDAM ve TEVHİD-İ EFKÂR gazetelerinde çıkmıştır.1

İstiklal Mahkemelerinden bir görsel

Tüm bu gelişmeler üzerine, TBMM 8 Aralık tarihinde Cumhuriyet döneminin ilk İstiklal Mahkemesini kurulmuştur. Kuruluş gerekçesi ise şöyle belirtilmiştir:

”Bazı kışkırtmaların eskisi gibi fesat çıkarmaya başladığı anlaşıldığından Cumhuriyetimizin varlığına ve esaslarına aykırı hareket ve girişimlere cüret edenleri var olan yasayı uygulayarak şiddetle cezalandırmak…”

Bu gelişmeyle birlikte 9-13 Aralık arası TANİN gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit (Yalçın), aynı gazetenin yazıişleri müdürü, İKDAM gazetesinin başyazarı Ahmet Cevdet (Oran) , TEVHİD-İ EFKAR gazetesinin başyazarı ve İstanbul Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey önce gözaltına alınmış sonra da tutuklanmıştır.

Mahkemeye göre Ağa Han ve Emir Ali’nin Başbakan İsmet Paşa’ya gönderdikleri mektubun gazetede yayımlanması bir suçtu. Çünkü bu mektupların yayımlanması, gazetecilerin propaganda aracı olduklarına yorumlandı. Sanıkların avukatları ise mektubun haber niteliği taşıdığını öne sürdü ve Hüseyin Cahid’in cumhuriyet savunucularından biri olduğunu öne sürerek aklanmasını istedi. 2 Ocak 1924 günü mahkeme kararına göre mektubun yayımlanması suçtu fakat sanıklar bu eylemi suç işleme amacıyla yapmadıklarından dolayı aklandılar. 2

Duruşmaları yöneten İstiklal Mahkemesi Başkanı Topçu İhsan Bey yargılamalardan sonra şunları söylemiştir:

”Basın su ve ateş gibi bir unsurdur. Hem çok faydalı hem de çok zararlı olabilir. Yapılacak şey, iyi münasebetlerle faydalarını en yükseğe, zararlarını en aşağıya indirmektir.”3

Şeyh Sait Ayaklanması ve Takrir-i Sükun Kanunu

Olağanüstü durumlarda demokrasinin bazı ilkeleri göz ardı edilir çünkü demokrasi yavaş ilerleyen bir sistemdir. Çabuk kararlar alabilmek için demokrasiye değil bir önderin liderdiğine ihtiyaç vardır. Mesela Başkomutanlık Yasası, Kurtuluş Savaşı’nın çok kritik bir döneminde çıkartılmıştır ve birçok yetkiyi Mustafa Kemal Paşa’ya vermiştir. Mustafa Kemal Paşa, kendisine verilen bu yetkiler sayesinde savaş sırasında hızlı kararlar alabilmiştir ve böylece Kurtuluş Savaşı kazanılmıştır. Yani demokrasi, barış döneminin sistemidir. Fakat barış dönemi haricindeki zamanlarda ortaya çıkan olağanüstü gelişmelerde demokrasi tam olarak uygulanmamıştır böylece basın özgürlüğü de ihmal edilmiştir. Doğu Anadolu bölgesinde ortaya çıkan Şeyh Sait Ayaklanması da olağanüstü bir durum yaratmıştır. Bu olağanüstü durum neticesinde İstiklal Mahkemeleri tekrardan kurulmuş, sıkıyönetim bölgesi içerisinde yayımlanan tüm gazetelere sansür getirilmiş, Tevhid-i Efkar, Son Telgraf, İstiklal, Toksöz, Orak Çekiç, Aydınlık, Millet, Presse de Soir, Yoldaş, Sda-yı Hak, Tanin ve Vatan gibi gazeteler kapatılmıştır. Bu durum sonucunda birçok gazeteci yargılanmıştır ve bazı sanıklar Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya aflarını isteyen bir telgraf çekmişlerdir.

Mustafa Kemal Paşa da mahkeme başkanına gönderdiği telgrafta şunları söylemiştir:

Cumhuriyet’e ve rejime bağlılıklarını, pişmanlıklarını açıklayarak affını isteyen gazetecilerin bu davranışlarının dikkate alınması uygun olacaktır.”4

Bu mektuptan sonra mahkeme başkanının Dahiliye Vekili ile yaptığı özel ve şifreli mektuba ve alınan kararlara da bakarak yargının bağımsız olmadığını, verilen kararın iktidar tarafından yönlendirilebileceğine ulaşılabilir. Çünkü bu mektuptan sonra mahkeme pek çok gazeteciyi sonradan delil çıkarsa tekrardan yargılanmak üzere serbest bırakmış ve bazı gazetecileri de aklamıştır.

1931 Matbuat Kanunu

1930’lu yıllar, bu kanundan dolayı basın için tam anlamıyla bir baskı önemi olarak kayıtlara geçmiştir. Takrir-i Sükun döneminde basının durumu iç açıcı değildi. Türk basınının öne gelen gazetecilerinden biri olan Zekeriya Sertel’in aktardıklarına göre o yıllarda halk nefes alamıyordu. Havasızlıktan ve hürrüyetsizlikten boğuluyordu. Bu esen hoşnutsuzluk havasını Atatürk de sezmişti hatta bundan dolayı rahatsızdı.5

Bu durumdan dolayı 1930’lu yılların başlarında basına biraz hareket alanı açıldı. Ardınan Serbest Fırka kuruldu. Serbest Fırka, Fethi Okar tarafından kapatılınca basın tekrardan baskı altına alındı. Pek çok yazar, gazeteci tutuklandı. Pek çok çeviri eserleri yasaklandı. Bunların sonucunda 1931’de iktidardaki tek parti olan Cumhuriyet Halk Fırkası’ndaki bazı mebuslar tarafından Matbuat Kanunu hazırlandı. İşte bu kanunun bazı maddeleri:

OTUZUNCU MADDE — Türk ceza kanununun 156 mcı maddesi sarahatijıaricinde kendilerine mevdu vazifenin ifasından dolayı Büyük Millet Meclisi Âzasından, icra Yekilleri Heyetinden ve resmî heyetlerle Devlet memurlarından biri veya bir kaçı halikında isim ve madde gösterilmiyerek müphem ve suizaunı davet edecek mahiyette mütecavizane yazı ve resimlerle Büyük Millet Meclisinin ve İcra Vekilleri Heyetinin ve resmî heyetlerle Devlet memurlarının veya bir kısmının şeref ve haysiyeti ihlâl olunursa üç aydan altı aya kadar hapis ve yüz liradan eksik olmamak üzere ağır para cezası hüküm olunur.

KIRKINC I MADDE — Padişahlık ve hilafetçilik yolunda ve komünistlik ve anarşistliğe tahrik eden neşriyatta bulunulamaz. Hilâfına hareket edenlere altı aydan üç seneye kadar ağır hapis cezası verilir.

KIRK BİRİNCİ MADDE — Aile mevcudiyetini ve aile kurmak esasını sarsacak ve kadınlığı ana olmak hususundaki fikrî temayülünü zaifletecek mahiyette her türlü neşriyat yasaktır. Hilâfına hareket edenlere bir aydan bir seneye kadar hapis cezası verilir.

ELLİNCİ MADDE — Memleketin umumî siyasetine dokunacak neşriyattan, dolayı İcra Vekilleri Heyeti kararile gazete veya mecmualar muvakkaten tatil olunabilir. Bu suretle kapatılan gazete veya mecmuanın neşrine devam edenler hakkında 18’inci madde hükmü tatbik olunur.
Bu suretle kapatılan bir gazetenin mesulleri tatil müddetince başka bir isim ile gazete çıkaramaz.

ELLİ BİRİNCİ MADDE — Yabancı bir memlekette çıkan bir gazete veya mecmuanın Türkiyeye sokulması ve dağıtılması İcra Vekilleri Heyeti karar ile menolunabilir.
Dağıtılan nüshalar karardan evvel, İcra Vekilleri Heyetinden müstacelen karar alınmak üzere, Dahiliye Vekilinin emrile toplattırılabilir. Menolunmuş gazeteleri memnuiyeti bilerek Türkiyeye sokan ve dağıtanlardan 300 liraya kadar ağır para cezası alınır.

SONUÇ

1920 ve 1930’lu yıllarda gazeteciliğin durumunu elimden geldiğimce açıklamaya çalıştım. Bu serinin ilk yazısı olan BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE TARİHSEL BİR BAKIŞ: II. ABDÜLHAMİD DEVRİ yazısında da belirttiğim gibi: Sadece günümüzün değerlerinden biri olan basın özgürlüğü kavramına vermiş olduğum bilgilere dayanarak Atatürk hakkında kesin yargılarda bulunmamız doğru olmayabilir. Henüz tarihçi değilim ve bu dönemi tam anlamıyla analiz edebilecek kapasiteyi kendimde görmüyorum. Atatürk’ün alınan bu kararlar hakkındaki tutumuyla ilgili henüz bir kaynak bulamadım. Bu kararların alınış aşamasında kendisinin ne gibi bir katkı payı var bilmiyorum. Bu konu hakkında daha açıklayıcı bir cevap için konunun uzmanlarına danışmak ve tarih biliminin otoritelerinin görüşlerini almadan bazı yargılarda bulunmak doğru olmayabilir. Umarım yazıyı okurken keyif almışsınızdır. Gelecek yazıda görüşmek üzere!

KAYNAKÇA

1.

(Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü, Alpay Kabacalı, 1990)

2.

(Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü, Alpay Kabacalı, syf 112, 1990)

3.

Ahmet Emin Yalman, Yaın arihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C.III, S.100.

4.

Ergun Aybars, agy, s. 191, TBMM Arşivi, T-12, Dosya 96

5.

(Zekeriya Sertel: Hatırladıklarım, 3. bas., İst. 1977, s. 191-192)

6.

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc010/kanuntbmmc010/kanuntbmmc01001881.pdf

Leave a Reply