Küçük Lüksler, Eşsiz Zevkler: Göçebe Bir Hayatın Yaşam Düzeni

Devamlı tekrarlanan, çağdan çağa aktarılan o tavsiye: önce ihtiyaçlar, sonra zevkler. Algılaması ve sindirmesi oldukça zahmetsiz olan, sorumlulukların zamanında yerine getirilmesi için insanı motive eden bu sloganı neden ebeveynlerin çocuklarına küçük yaştan beri aşılamaya çalıştıklarını tahmin etmek çok zor değil. Zaman geçtikçe insanda takdir edilesi bir görev ve iş bilinci yarattığını da es geçmemek gerek, fakat, bahsedilen sorumluluklara dair spesifik aktarımların önemlerini de atlayamayız. Eğer gündelik hayatımızda sürekli ön plana çektiğimiz sorumlulukların sonu gelmiyorsa nereye kadar zevklerimizi erteleyeceğiz? Hangi noktadan sonra, küçük-büyük farketmeksizin, zevklerin de stabil bir mental sağlık için gerekliliğini kabullenebileceğiz? Üstüne titrediğimiz, uykumuzun bozulmasına göz yumduğumuz, aklımızın en ücra köşesinden bile atamadığımız streslerin bizi hayatın minimal serotonin kaynaklarından bile sakındığını nasıl fark edeceğiz?

Güney Koreli yönetmen Jeon Go-woon’un sayılı eserlerinden biri olan 2017 yapımı Microhabitat, birkaç farklı eve hizmetçi olarak giden 30 küsür yaşındaki Miso’nun, hayatına benzer sorular ile yön bulmaya çalışmasını takip ediyor. Kısıtlı ekonomik imkanların üstüne, zor da olsa başının üstünde her gece uçsuz gökyüzünü görmesini engelleyen evinin de elinden alınması, Miso’yu Seul’ün göçebe hayatına sürüklüyor. Üniversiteden tanıdığı eski arkadaşlarına uğrayarak kendine biraz zaman tanımaya çalışan Miso’nun hikayesinde ihtiyaçlar ile zevklerin arasındaki çekişmeli ilişkiyi birincil kişiden izliyoruz.

Her geçen gün ile gerek kaldığı odanın, gerekse de cebindeki paranın esaslı değişikliklere uğradığı hayatında, Miso’nun tek bir düzeni var: sigara ve viski. Nerede olursa olsun, Seul’ün hangi caddesinde valizini çekiştirirse çekiştirsin, elindeki parasını her zaman -ama her zaman– sigara ve viskiye de yetecek şekilde ayarlıyor. Yeterli parayı toparladığı an uğradığı ilk yerin bar olması üzerine tartışmalar yürütülebilir, kabul ediyorum, ilginç bir mantığı var — özellikle de elinde kendine ait bir evin anahtarı bile yokken. Vazgeçemediği bu düzenin önemini ve etkisini anlamak için filmi bizzat izlemek gerekiyor. Miso’nun hayatında keyif veren tek örüntü bu — lüksün getirdiği duygusal destek. 

Alışılmışın dışında bir tavır sergileyen kadın rolleri izlemek benim için hep bir zevk, hep bir ilham kaynağı oldu. Kendi kafasında kurduğu yaşam stilinden ötesini değerlendirme gereği bile duymayan karakterlerle karşılaşmanın getirdiği bir haz var, tarif etmesi zor. Miso’nun içinde kaldığı şartlar sadece gururunu bastırarak kendini evden eve geçişte izin beklemesini değil, aynı zamanda da tek zevkini sürdürebilmek için bu düzene kendi isteğiyle devam etmesini sağlıyor. Para biriktirmesinin en temel sorunu olduğu bir dönemde, küçük mutluluklarını ön plana alıyor. İnsanın benzerini yaşamadan net olarak bir fikir edinebileceği türden konular değil; sonuçta hayati standartlarımızı şekillendiren etkileri var. Empati de bizi bir yere kadar taşıyabilir; yaşamadan karara varmamız cüretkarlıktan ibaret olur. 

Filmin, Go-woon’un kısıtlı filmografisinde nasıl parladığını, nasıl bir potansiyelin göstergesi olduğunu belki filmin sonlarına doğru, belki de içinize sinmesini bekledikten sonra anlayacaksınız. Uzaktan yüzeysel bir konu gibi bir izlenim bıraksa da, aslında hepimizin farklı boyutlarda olsa da ihtiyaç ve zevk ilişkisinde denge tutturmaya çalıştığımız anları olmuştur. Belki geçim kaynağınızdan fedakarlık yapmıyorsunuzdur ama sorumluluklarınızdan önce kendinizi kişisel mutluluklarınızda kaybettiğinizi varsayarken özgüvenli hissediyorum. Hayatlarımızı sadece ihtiyaçlar üzerinden yönetmeye çalışmamak doğal bir şey olmalı, değil mi? Sonu gelmeyen zorunlulukların arasında sadece zamanımız kalırsa kendimize keyif alacağımız saatleri uygun görmek, o süreçte sağlıklı bir zihniyetin önemini unutmak, başkalarının kurallarını bozuk yapboz parçası misali inatla kendimize uyarlamaya çalışmak… En can sıkıcısı da, nereye kadar süreceklerinden bihaber olmak.

Kağıda kelimeler döşemek kadar kolay bir aktivitede bahsetmesi bir hayli kolay, benimsemesi de bir o kadar zor olan bu yaşam stilini iç ısıtıcı bir güzellikle yansıtmış Microhabitat, ruhsal açıdan sıkıştığınız anlarda dönüp dolaşıp yine aklınızın bir köşesinde kendine yer açabilir. Belki bakış açınızı değiştirir, belki geliştirir, belki de sadece şimdiye dek bildiklerinizi doğrular. Her türlü, izleyip deneyimlemeye değer.

Leave a Reply